Vol 4.'Survivor' Coupiac

İki haftalık kampın ilk haftası kakara kikiri, festival, öğlen yemeklerinden sonra çimlerde sieasta, ilk sonunun yarısı da Albiyle geçip gitti. Pazar günü, ilk geldiğimizde kamp alanına ulaştıran amcalardan bir tanesi kampa uğrayıp, çiftliğine davet etti hepimizi.Gene konvoy şeklinde Coupiac'ın az dışında bir tenhaya gittik. Önce yaz sıcağında ağıla soktular bizi. Bir iki tane hindi vardı. Kampın solmayan güllerinden, biri İngiliz diğeri Fransız, adlarını Dumb&Dumber koyduğum iki elemandan (aka Ian ve Elliot) Dumb 'Gün hadi Türkçe konuş, hahaha' şeklinde vasat bir ifade sarf etti. Ben de hayvana dönüp- 'hindi' olana tabi, tüm sırıtkanlığımla 'Git şu dingilin suratına ..ç' şeklinde bir öneri sundum. Hindi, oralı olma dercesine ortalığı eşelemeye devam etti.
 Ağıldan çıkarken de Dumber bana 'thanksgiving'te ne hissettiğimi sordu ciddi bir ifadeyle. Zaten dini bir yanı olmayan, Amerikanın yerlilerinden bugünün Amerikanlarına geçen bir geleneğin Avrasya&Ortadoğu sathında bir şey ifade etmediğini söylemeye çalışacaktım ki içimden eaaman diyerek  'toplumun psikolojisine zarar verdiği için artık kutlamıyoruz' dedim. Korkarım inandı. Dumber.


O sıcakta, hele de ağılda sıtkımız sıyrılmışken hepimizi bu sefer serince bir taş binaya soktular. Böyle kamyon tekeri kadar beyaz kalıplar vardı. Roquefort çiftliğindeymişiz. Züpris!! Küflendirme muhabbetini son derece teknik bir dille anlatıp tura başladığımız yere geri getirdiler. Çok eski başka bir taş binaya girer girmez, uzunca bir masayla karşılaştık. Bizi oturtup dört kişiye bir tekerin çeyreği düşecek şekilde servis yaptılar. Rokforu ekmek ve reçel eşliğinde yememiz gerekiyormuş. Tamam meşhur bir peynir, hele de Aveyron bölgesinde, mandıranın, peynirin membağına gelmişiz ama ben o rokfordaki demirimsi/metal tadı alınca yiyemedim bir türlü. Gırç gırç boğazımda büyüdü.
Çiftliğin sahibine birkaç farklı dilde teşekkür ederek kampa döndük. Madem kamptayız klişemiz eksik kalmasın diye ateş yakıp marshmellow erittik, biri gitar çaldı, akdeniz akşamlarının fransız ve ispanyol versiyonu söylendi. Thievy gitarda o kadar yetenekliydi ki bizi çekip çevirmek dışında, ikinci hafta her sabah uyandırma alarmı görevini de üstlendi. 
Günler ilerledikçe duvar yükselmeye, kamp genelinde de geç kalkmaya eğilim başladı. Bu gevşeme karşısında ben ve kamp devrelerim ilk kez bir Fransızdan İngilizce azar işittik. Çok akıcı bir şekilde arada Fransızca küfürlere başvurarak muhtelif Garavel&Arif diyalogları yaşattı bize Thievy. Fotoğrafta gördüğünüz bir öğle yemeği öncesi Thievy ve Amed. Claire onlara Sarkozy&Fillon demeyi tercih ederken, ben Tansu&Mesut lakabı takmıştım. 
Kamp vardiyasının bana denk gelene dek, İspanyol (patatesli omlet, paellamsı bir bulgur pilavı) ve Polonya (makarnada sarımsak?) mutfağına ilişkin pek çok şey öğrenmiştim. Geldiğinde ise Fransız öğünleri hakkında genel kültür yüklememin tavan yaptığı bir gün geçirdim. Öhöm öhöm : Fransa'da kahvaltı şeker yüklemesi demek. Hipoglisemik endeksine kastın varmışçasına, tereyağı, bal, reçel, kruvasan, ekmek.Götür gitsin. İlk hafta midem cayır cayır yandı sabahın köründe şekere bulanmaktan. İkinci haftaya da mısır gevreği fetişisti oldum.
Öğle yemeği ise en önemli öğün, akşam ne yeseler kar.Özellikle peynir ana yemeklerden sonra yenmekte ve asla kahvaltının 'alelade' bir parçası değil ana öğünün peze...gi niteliğinde. Dolapta doğru düzgün yemek yok, ama 4 çeşit peynir var. Sanki meze tabağından anlarlarmış gibi.
O gün pişirilsin diye dolapta hindi göğsü varmış Claire (Fransız vardiya arkadaşım) söyledi. 'Politik mesaj mı lan bu?' diye işkillensem de (:P) dünya kamuoyunun önünde bir kez daha hanımefendiliğimi konuşturup Aveyron kreması, köri ve kekik karıştırarak kremalı hindi tarzı alternatif ötesi bir ana yemek çıkardım. O hindiler o kadar kart göründüler ki gözüme herhangi birşeyin içinde yumuşamazlarsa bu öğlen lastik çiğnemiş olacağız demiştim içimden. 
Ama Claire elime bir paket pirinci tutuşturduğunda tüm neşem kaçtı. Kamp ve pilav. Tavuk bulyon falan hak getire.1'e 1.5 olayına gelince, annem pirince göre değişir demişti zaten bu pirinçte de hiç baldo ya da pilavlık kırık havası yok. Onu bıraktım, ocağın gözlerinden biri tam karın ağrısı. Ya harlı bir şekilde tencereyi cehenneme çevirecek ya da düşük devirde tencerenin altına çakmak tutmuşsun gibi sadece yüzeyi ılıtacak. Ki pilavla hindinin aynı anda hazır olması lazım: İlk seçeneğe mecbur kaldım. O tereyağı ben bir-birbuçuğu katana dek bir güzel yandı, çamur kahverengisi oldu. O gün öğlen yemeğinde kahverengi bir pilav yedik, hiç şehriyesiz. İlginç buldular, oysa tek ilginçliği daha dibi tutamadan yanmış olmasıydı. Neyseki hindi filetoları herkes sevdi pilav arada kaynadı/sayılır. Fr/Türk eleman önüne sürdüğüm hilkat garibesi pilavı görür görmez 'seni alan olmaz benden söylemesi' dedi anadilimde, diplomatik bir 'çok da ...' bakışı atarak servisi tamamladım. (Annecim üzgünüm. Cidden ocakta iş yoktu. Yoksa bilirsin kahverengiye çalmadan adabıyla yakıyorum genelde. En azından babamın mangal tekniklerini kısmen de olsa uygulayabilmiştim.)
O gün yaptığım yemek, sessiz fransız arkadaşın yemek sonunda orta halli ingilizcesine sığınarak 'Gün, thanks for your turkish breasts' demesi üzerine masada oluşan anlık sessizliğin Fr/Türk arkadaşın ve masanın kalanının kahkahasıyla yırtılması üzerine, 'Turkish breasts' olarak kaldı. Afiyet olsundu. Sonuçta iyi niyeti ingilizcesiyle çakışmıştı ve fesatlığın lüzumu yoktu.
Bu gastronomik serüvenimden üç işgünü sonra, duvarımız bitti, üç kişilik bir temizlik komisyonu oluşturup kamp mutfağını söktük, kap kacağı grupladık, kişisel eşyalarımızı 'ayrılmaya hazır' hale getirdik ve son kamp günümüzde duvarın yanında ufak bir kutlama yapmak için 'işyerine' yollandık. 
Bizim konvoy tam kadro oradaydı. Piknik modunda hem de. Öğlenden akşam beşe dek orada takıldık. Mideler tıkabasa doluyken o kadar Fransız şarabının üstüne bir de kamp 'gençliği' için getirilmiş, her yerde bulamayacağımız bir 'ispanyol viskisi' takdim edildi. Sağlam çarptı meret. Yengeç gibi yan yan döndüm kampa o kısmı hatırlıyorum. Laura kahkahalar atıyordu, fransız arkadaşlar bir çeşit halay çekiyordu falan. Sanırsak çevresel ve 'midesel' anlamda 'Provans' sürmenajı geçirmekteydik.
O akşam bir grup taşkın göldeki küçük adacıkta uyudu. O kadar abartmayalım diyen diğer grup da çadırlar söküldüğü için açık havada birbirine evsiz berduşlar gibi sokularak sızdı(k): tam şarapçı usulü. Bu dinamik ve pastoral geçen iki hafta benim nezdimde 'Uyku, biraz uyku, tüm isteğim buydu' dizeleriyle başlayıp 'Gözlerim kapansa da yıldızların altında.' ile sona erdi. Ertesi sabahın köründe Thievy'nin Rodrigo Katliamıyla uyandık.                

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Öğrenci Kartı Hezeyanı (ISIC Card)

Japonya 07: Kimono, Takogawa ve isimsiz Japon dizisi