Paris 'premiere': Beauvais koydum adını...

Monşer diyarından selamlar. Paris'ten başlamak suretiyle bir sınırlarötesi macerayla daha sizlerleyim. Bir zamanlar Türk diplomatlarının bombalı saldırı nedeniyle bileşenlerine ayrıldığı o ünlü Orly Havaalanına akşam saatlerinde intikal ederek Ayşenur ve Oli ile buluştum. Ertesi sabah başlayacak Paris turundan önce, temel insani ihtiyaçlardan 'barınmayı' yerine getirmek için ailemizin nezih pansiyonu İbiş'e yollandık. O ana dek hiç havaalanı otelinde kalmamıştım ve Aysenurun okuduğu saniyede teyit edeceği üzere havaalanı bankına devrilip üstüne rüya görebilmek gibi tedirgin edici bir meziyete sahiptim.
 Bu esnada Ayşenur'un Barcelona'ya hangi havaalanından geçeceğimize dair Oli ile atlattığı diyalogtan haberim oldu. Bunun için de izleyicilerden fikir almak istedim: Ağzı diş macunu dolu birinin gür bir sesle cümleler kurmasına benzer (ya da son zamanlarda duyduğum başka bir benzetmeyle küçük çocukların konuşmaya yeni yeni başlarken uydurdukları o peltek konuşma tarzı benzeri) cereyan eden fonetik Fransızca'da, Paris'in bir köyündeki gardan bozma havaalanını 'Beauvais' yazan Fransız zihniyeti bunu nasıl telafuz etmekte olabilir? Doğru cevabı bilene kahve&kruvasan ısmarlayacağım...
a)Böğveğs 
b)Boğves
c)Böovöğ
d)Boğveğ
Konuya dönersek, o esnada tüm 'no problem'lerine rağmen Oli'yi halihazırdakinin üzerine bir de muhabbetten dışlayarak çifte Fransız muamelesi yapmamak adına da İngilizce konuşmaya başladık ki nazar değmesin BBC gibiydik. :P Elbette askerlikten muaf tutulmanın şartlarını İngilizce tartışmanın muhabbeti ne kadar renklendirdiğini söylememe gerek yok.
Ancak Nikotin ihtiyacını gidermek adına Olinin yanımızdan ayrıldığı sırada çok derinden ve gaipten Alain Delon'ı duyar gibi olduk. Barda radyo yayını yok ancak ses gayet net ve tok. Sonra az ilerimizdeki bistroda oturan halis Fransız abimiz ve kendisine iştirak eden hanımablamızın iletişim şekline dikkat edince, sesin hiç abartısız kendilerinden geldiğini anladık. Dirsekleri masada avuçları birbirine geçmiş şekilde ilginç bir görüntü sergilerken çakma Alain bir yandan da içine hoparlör kaçmış gibi, romantik bir tonda ancak 5 dakika içinde ana haber bülteni sunacakmışçasına birşeyler anlatıyordu. Hikayelerinin sonunu ne yazık ki öğrenemeden odalara dağıldık ve bir Orly akşamını tadında noktaladık.   
Ertesi gün Luxembourg Bahçesi adında Parisin pek de merkezinde olmayan, yeşilliğin arasına muhtelif tanrıcıklar serpiştirilmiş, havuzunun hemen arkasında Parlamentonun bulunduğu havadar, güzel bir mesire yeriyle başladık. Daha içerilerde sanat çalışması çeşitlemesi olarak muhtelif soba kovalarını geridönüşümde eritilip yapılmış teneke adamlar, içinden rahatlıkla soluncan gibi sarkabildiğim kalın puntolu blood maketiyle birer kare aldıktan sonra, bir de aşağı taraftaki çeşmeyi de ziyaret ederek daha merkezi yerlere yöneldik. Misal: Notre Damme. 

Gözümün kuledeki gongun etrafında iki büklüm bir Quasimodo aradığı,içeri girmek için girilecek sırayı gözümüzün yemediği bu gotik katedralin etrafında aheste aheste tur atıp, Louvre taraflarına yöneldiğimiz sıralarda işte bir Seine Nehri olsun, köprüler olsun, yol üstündeki kaldırıma yayılmış kafeler olsun, bir yaz günü Paris'te olabilecek standart manzaraları göz ucuyla takip ettik. 
Notre Dame'dan Louvre'un piramitli bahçesine( içine ertesi gün girdik - hayır sıra ertesi gün geldiğinden değil, planımızı öyle yaptığımızdan) oradan yollanırken ve Champs Elysees'ye uzanırken Oli Ayşenur ve bana ayrı ayrı yönlendirdiği 'nasıl gidelim' sorusuna farklı cevaplar alınca, eşşek ölüsü sırt çantalarıyla çift haneli bir rakamla ölçülecek mesafeyi yürümüş bulunduk. Yürümekten su toplayan ve bir 42 numaraya yaklaştığını hissettiğim ayaklarım Paris caddelerini kat ettikçe, bastıran yorgunluğuma yenilmemek için tatilin ilk gün hevesiyle oluru olmazı resimleyerek mimariyi ve eşrafı ölümsüzleştirmekle oyalandım...

 Champs Elysees'e rahmetler yağdırarak yürüdükten ve Zafer Takı'nın önünde otuziki diş poz verdikten sonra metroyla Monmartre yakınlarındaki dünya gençliğinin çağdaş çizgisini yansıtan hostelimize intikal ettik. Sacre Coeur/Montmartre'a beş dakika mesafede bir mekandı kendileri. Lobisinin tavanına yarım porsiyon bir vosvos tosbağa monte edilmiş, karşı duvarda üç masaüstü bilgisayarın yanıbaşında, nevaleler elektrikle değil de mazotla çalışıyorlarmış izlenimi veren ve yolu Amerikan kırsalındaki benzincilerden geçen filmlerde fonda sırıtan bir eski moda benzin pompası, biraz yukarısında aynı vosvosun sol ön kapısı vb. hostel lobisinden ziyade postmodern bir otosanayi havası verilmiş Woodstock. Neyse ki resepsiyonistler tulum& ingiliz anahtarı takılan Cem Karaca tamirci çırağı modunda tipler çıkmadı. Gündüzleri Bedri Baykam, hava kararınca da daha gençten abilerimiz, muhtemelen gündüzleri Esquire'in fotoğraf çekiminde model olarak çalışmaktalardı da ondan gece vardiyasındalardı, Paristeki güzide yaz akşamlarında çatıları altında barınan onlarca turistle muhatap olmaktalardı.
 Evin 10-15 yaş arası çocukları için alabildiğine renkli ama muhakkak ranzalı odalar olur ya, işte öyleydi kaldığımız oda. Eşyalarımızı yerleştirip Sacre Coeur Kilisesi'ne çıktık. 5 dakikalık bir yürüme mesafesinde, tepeden Paris'i püfür püfür görebileceğiniz, sonradan Banu Hocalardan öğrendiğimize göre daha erken saatlerinde sokaklarını ressamların doldurduğu bir tepe burası. Ressamlar akşam tezgah kurup ek iş olarak Eyfel anahtarlığı da satmıyorlarsa eğer biz gittiğimizde ortalık durulmuş, sadece aylak aylak merdiven inip çıkan turistler kalmıştı. Bozuk paraya tabi panaromik röntgencilik yaptıktan ve biraz daha sallandıktan sonra geri yollandık. Paris'i tepeden görmek gibi bir fetişiniz varsa ve Eiffel'in sırasında gençliğiniz çürüsün istemiyorsanız, sırf manzarası için bile Sacre Coeur'a çıkmak iyi bir fikir.
Sacre Coeur'dan hostele dönerken bir hediyelik eşya cennetinden geçtik, ki aynı çekiciliği ve performansı Barcelona'da görmemiş olmamız açıkçası biraz da şaşırttı. Bir sokak dolusu magnet, kart, anahtarlık vs. dolusu dükkan vardı. Örneğin kartpostala doydum, hatta ertesi gün Oli'ye postalamasını rica ettiğim ve şu an Reiko'nun duvarında ve dojonun panosunda asılı olan kartlar buranın hatırası. Özetle bir akşam üzeri güle oynaya ziyaret edilebilecek bir Paris muhitiyle tanışmış olmanın memnuniyetiyle ayrıldık oradan...
Hostele dönüp ilginç atmosferi biraz daha soluduk ve saat 10'a dayanmışken hala batmayan güneşe ufaktan uyuz olarak uykumun gelmesini bekledim. Hostele ilişkin başka bir enstantene de kod adı: François. Deneysel resepsiyonist... Ayşenurun aldığı bileti buradan yazdırıp yazdıramayacağımızı sorduğumda ortak bir arkadaşımızı kaybettik de acı haberi ilk benden duyuyormuş gibi bir tepki verdi bu esnada hayatımda duyduğum en uzun 'no'yu da telafuz etmeyi ihmal etmedi(bkz. nööouuuğğ). Sonra düşündük de belki eleman bu olumsuz yanıtının hele de dünya kamuoyu nezdinde faaliyet gösteren bir işletmeci sıfatıyla 'hizmette acizlik' olarak görmüş olabilir, ama burdan sesleniyorum, kendisini affettik. :P
Bir de giderken 'We are leaving (biz ayrılıyoruz)' diyeyim dedim, o kadar kruvasanımızı, kahvemizi bölüştük, aynı çatı altında kaldık (zaten misafir dediğin iki gündür vs.) François bu sefer de kuvvetle muhtemel 'puştluğuna' baş ve işaret parmağıyla burun kemiğini tutarak 'Oh, no!' (bkz. öövvğ noouğğ) şeklinde tiyatral bir hüzünle Paris hosteline ait bu nadide enstantenemizi taçlandırdı...
Paris'in ikinci etabında Louvre'un içi, Versailles Sarayı'na minimalist bir bakış, metroyla Eyfel ve Barcelona için Beauvais'ye dönüşü dinleyeceksiniz...  

Yorumlar

  1. hep aklımın bir köşesinde büyüyen hikayeyi... orda olsam yazmaya başlardım :) iyi gez. bil değerini :9

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

İki çift lafım var:

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Öğrenci Kartı Hezeyanı (ISIC Card)

Japonya 07: Kimono, Takogawa ve isimsiz Japon dizisi