Japonya 07: 'Irasshaimase Gyunchan.'

Aylardan Temmuz, yıllardan 2007. Üniversite sınavı geçmiş gitmiş, tüm test kitaplarımı yakmışım, haftanın yedi günü sabahın altıbuçuğunda kalkıp okula veya dershaneye gitme sürecim son bulmuş, beyin hücrelerim sınav sonrası çalan özgürlük çanları sebebiyle damat halayı eşliğinde yardırıyor resmen. Lise birin ikinci döneminden beri öğrenmekte olduğum ikini yabancı dilimi de hesaba katarak tandığım çoğu insanın garipseyeceği bir coğrafyaya gitmek istedim: Japonya.


19 yaşında tek başıma Japonya'ya gidecek olmak beni zerre gram korkutmasa da geniş ailemin olaya ilişkin yorumları kısa vadede üstün performansa ulaşmıştı. Belki de akıllarından yakuzaya bağlı bir organ mafyasının beni kaçırabileceği, şiddetli bir depremde dansöz gibi kıvırtan o binalardan birinin altında kalabileceğim, metroya giren bir teröristin çekik gözlü değilim ve kıvırcık saçlıyım diye önce beni vurabileceği gibi bilim kurgu senaryoları geçmekteydi.

Japonca öğretmenim Tomoko (annem kendisine bir keresinde 'Tsunami Hanım' diyerek ciddi bir ortamda kahkaha atmamak için dilimi dişlememe sebep olmuştu) vesilesiyle Reiko ile tanıştım. İlk bir haftayı Hyogo'da onlarla geçirip, YMCA Osaka'da üç hafta sürecek dersler başlayacağı zaman da YMCA'in belirlediği Japon bir ailenin yanına transfer olacaktım.

Yolculuk bir Temmuz pazarında başladığında, dedemle vedalaşmaya gitmiştim. Hiç unutmam ekürisiyle evin önüne masa atmış, o esnada okeye dönüyordu. Bu Japonya hadisesi kendisini biraz germesine rağmen gayet makul tepkiler vermişti ve bu huyunu çok takdir etmiştim, arabaya doluşup havaalanına cümbür cemahat ulaştığımızda uçağa giderken ailemin geri kalan üyeleri sanki gezmeye gitmiyorum da sınır dışı ediliyormuşum gibi havaalanını birbirine kattılar.

Çerez sayılabilecek bir İstanbul uçuşundan sonra, o güne dek havada kaldığım en uzun yolculuk 2.5-3 saati geçmezken kalkıp 13 saat bir airbus içinde kornişon turşuya dönüşmeden Osaka'ya ulaşabilir miydim merak içindeydim. Gecenin köründe kalkacak uçak için başladım beklemeye. 3.5 saatim vardı. Atatürk havalimanını biraz gezdim tozdum, banklara uyku tulumu serip yatanları, ciyaklayan çocuklarını takmayan civciv sarısı ebeveynleri, havaalanı personelini, pasaport kontrolündeki haşin memurları ( 'Sen baksana bana bir, şu gözü görüyor musun? Benden kaçmaz' bakışlı aslında tek yaptığı ekrandaki verilerden emniyet kayıtlarında aranıp aranmadığını, yoklama kaçağı olup olmadığını, vergi borcu vs. kontrol etmek olan ve nadiren aradığı aksiyona kavuşan cinsten) inceledim. Salona geçtiğimde önümüzdeki yarım günü geçireceğim bir airbus dolusu ekürimle tanıştım.

Bekleme salonunda yanımdaki kız telefonda sevgilisiyle iki kere kapıştı ve barıştı, arada babasını aradı ve inince onu kimin alacağını teyit ettirdi, sonra tekrar sevgilisini arayıp erken teşhis hayat kurtarır zihniyetiyle jetlag'i bile beklemeden ve bence jetlag  standardında bile nüksetmemesi gereken bir mallıkla çocukla barıştığını unutup ilk kavgadaki argüman üzerinden bir daha kavga etti ( evet hala aynı 3 saatin içerisindeyiz), bir grup japon kikirdeyerek istanbul fotoğraflarını birbirlerine gösterdiler, bir kaç takım elbiseli telefonlarında ne kadar oyun varsa bitirdiler. Kalan irili ufaklı, Türklü-Ecnebili tayfadakiler de kuzey afrika çölleri gibi uçsuz buçaksız ve bomboş bir ifadeyle bu güzide yaz gecesinde birbirlerinin suratını inceledi.

Uçağa nasıl bindim hatırlamazken, sanki zamanda yolculuk yaptıktan sonra tekerleklerin yere değdiğini hissettim.Yerçekimine, kıtaların ve adatakımlarının dünya soğumaya başladıktan sonraki oluşum sürecine, özellikle Asya kıtasına dualar ederken Wright Kardeşler'e mezarlarında boogie dansı yaptıracak ifadeler sarf etmekteydim. Uçaktan körüğe ordan da bir metroya bindik. Pasaporttaki Japonla yüzyüze gelince adam bir ürktü, Türkçe karşılığını bilse ' bacım başın sağolsun cenaze mi var?' benzeri birşey derdi eminim. Tuhaf gelebilir ama adam benle nece konuştu hatırlamıyorum bile. Beynim nasılda değil neydeydi. YMCA mektubunu gösterdim. Reiko'dan ve Hyogo'dan bahsettim. Adam da pasaportuma en cincaflısından böyle kare barkodlu bir sticker yapıştırdı, üstünde resmi bir ifadeyle, edebimle ayrılmazsam Japonya'dan ne zaman defedileceğim yazanından. Arkamı dönmemi isteyip enseme de çip takacak diye bekledim Hitman'deki gibi ama bu tarz bir talebi olmadı.

Bagajımı alınca bir kontrol daha bekliyordu beni. Biri bayan iki Japon mor bavuluma yaklaşarak açmamı istediler. Bavulda yığılı çubuk krakere (ikram etsem rüşvetten sayarlar mıydı ya da o krakerdeki tuz yüzünden üç nesil hipertansiyonla mı cebelleşirlerdi tam emin olamadığımdan hiç kalkışmadım ) ve paketlenmiş lokuma anlamsızca baktılar, iç cepleri karıştırdılar, poşetlerime de dokunmadılar.

Kansai havalanından 2.5 saat daha yolum vardı. Himeji'ye. Reikolar beni oradan alacaklardı. Japonyanın en büyük adasının en güneyinde (Osaka), yapay bir adaya monte edilmiş bir havaalanından trenle çıkmaktaydım. İstasyonda inip çıkış kapısında bir süre bekledikten sonra, bavulumun dibinde peydahlanmış, elindeki fotoğrafı sol kulağımın hizasına getirerek resimdeki miyim değil miyim kontrol eden Reiko'yla burun buruna geldim. Kendisi soran ve çekik gözlerle bakınarak 'Gyunchan?' dedi. Aklıma Death Note'daki gibi 'Watashiwa Eru desu.' demek gelse de kendisini dojodan bir hocamın deyimiyle 'Sanki Osaka devlet lisesindeymişiz gibi' hai'ladım ( yani evet dedim). Hatunla son derece 'Nipponvari' selamlaştık ve caddenin karşısında bekleyen annesi ve kızkardeşiyle arabaya doluşup Hyogo'ya yollandık. Koltuğa oturur oturmaz Reiko bir de 'mugshot' niyetine o hobbitten ziyade golluma benzer halimi de ölümsüzleştirdi.
Japonya'da ilk haftam işte böyle başlamış oldu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Öğrenci Kartı Hezeyanı (ISIC Card)

Mütevazi bir İskandinavya Turu: Oslo

Kiev (Kyiv) : Ukrayna Acı Vatan