Japonya 07: Tapınak, Kobe Akvaryumu ve Hyogo'ya veda

Sasakilerle oksijen diyarı Hyogo'da geçirdiğim bir haftalık süreç, 3 haftalık yoğun dil kursuna başlamak için Osaka'ya transfere olmamla sona erecekti. Bu sakin, kendiliğinden rehabilite, gereğinden fazla huzurlu muhitte Reichan ( Reikocuğum'un Japonca ve daha az kulak tırmalayan versiyonu)'la Japon kültürünü yemiş bitirmiş ( harakiri haricinde), pirinç tarlalarında Heidi edasıyla koşturmuş, ipine kuşağına dek  kimonoyu giymiş, Himeji Kalesini tavaf etmiş, eser miktarda karadeniz iklimine maruz kalmış Japonla tanışmıştım.

Ancak şuursuzca 'ortam güzel, emekli olunca beyi de alır buralara yerleşirim, toplaşıp pirincin taşını ayıklar, bu esnada o akıllara zarar dizilerinizi izler, bir gün sebzeli öbür gün nohutlu ama bir şekilde her allahın günü bire bir buçuk pilav yaparız.' boyutuna gelecek kadar kafayı kırmamıştım... Hyogo defteri, evcek tapınakta verilen bir yemeğe ve hemen ertesi gün büyük akvaryumu görmek için Kobe'ye gitmeden kapanmayacağından 'tapınakta' geçen akşam yemeğiyle başlayalım:

'Sushi mi, çiğ balık, öğğğ' diyen güruh, aşın bunları... Japon teknolojisinde proteinin tek formu çiğ et mi dersiniz? Baklagiller?Onlar  zaten Allaha emanet ve konu dışı : Çiğ yumurta gibi bir gerçek de var...Hele tatlı namına yiyeceğiniz bir gıdanın içinde eser miktarda ve beyazı cımbıl cımbıl gözünüze batan cinsten olunca durum çok daha vahim.


İlk bölümde yüzen tempurayla Reiko'nun mutfaktaki yaratıcılığına bir giriş yapmıştım. Buzdağının görünen kısmıymış. İnternetten bir tarifin çıktısını aldığını gördüm: Sütlaç. İçinde 6 yumurta geçen bir 'versiyonu'(?). Reikonun adını 'Turkish rice pudding' koyduğu bir gastronomik deneye şahit olacaktım. Onu durdurabilirdim ama yapamadım çünkü doğru tarifi ben de bilmiyordum. Bu nedenle Reiko o pirinçli sıcak süt ve yumurta karışımını 15 dakka fırına gösterip küçük kaselere doldurduğunda halen süreci algılamakla meşguldüm.
Geç kalacağımızı, tapınağa yollanmamız gerektiğini söyledi. Cümbür cemahat gittik. O tapınağı 'işleten' aile ile Sasakiler samimiymiş (anahtar kelime). Torun torba herkes o gün orada. Bir sofra dolusu -o anki standartlarda 10-15 arası bir populasyonla muhatapız. Öncelikle Reiko bana bir tapınağı gezdirdi. Kendisi Türkiye'ye geldiğinde bulduğu her camiye dalması sanırım her ibadet yerine turistik bir anlam yüklemesinden ileri gelmekteydi ki bana tapınağı gezdirirken bir turist rehberi edası vardı, tapınağın da yabani yeşil bir 'iç bahçesi' ve hangar gibi bir salonu... Neo ve Morpheus'un kapıştığı mekanın az semirmişinden. Ağaç, duvar niyetine hasır paravan, sert minder; temel japon dekoru. Yandaki fotoğrafın makyajsız hali diyelim...

Diğer dekorlar ise daha ilginçti, gitar çalan saçları fönlü bir eleman ve ekürisi, Ada'nın Japon versiyonu çenebaz bir velet, Amerika'nın Ortadoğu politikalarını içeren kısa bir diyalog başlatan ortayaşlı bir hanımteyze - sanırım coğrafi olarak yeterince Ortadoğu'ya dahil olmadığımızı belirtmemle sanırım entelektüel hevesini yitirdi- Tomoko Hocam'ın bir arkadaşı ve 'Geniş aile' tiplemelerini andıran birkaçı daha.Cümbür cemahat beslendik, şeker basılmış sirke gibi bir tada sahip adını hatırlamadığım bir  içki denedim ve ömrüme yetecek kadar haşlanmış sebze yedim sanırım. Hashi kullanan bir yabancı olmanın en güzel yönü, pratikte yetkin olmamanıza ihtimal verilerek yemeği beğenmeme ihtimalinizin es geçilmesi. O akşam en zor kısmın tatlı faslı olduğunu söylememe gerek yok.

Ertesi gün arabaya doluşup Kobe'ye gittik. Büyük akvaryumu görmeye. Evet o büyük depremin olduğu ve binaların ip atlar gibi zıpladığı Kobe. Biz ulaştığımızda şoku atlatmış görünüyordu. Zaten sushi restoranı ve Suma akvaryumu dışında pek hatrını soracak zamanımız olmadı.
 Biletleri alıp içeri geçtiğimizde akvaryumdan ziyade beş yıldızlı bir otele girmişim gibi bir hisse kapıldım. Çok şık döşenmişti. Tek sıkıntısı lobide tam ekran bir çekiçbalığı bana bakıyordu ki bant kaydı değil canlı yayındı.
Yerden tavana cam, eser miktarda sualtı faunası, bir lobi dolusu teknolojik kayıt aletleriyle kuşanmış yediden yetmişe Japon, İskandinav topraklarından koparak bir temmuz sabahında bizlere iştirak eden bir grup 'ithal turist' ve bendeniz önümüzdeki 3 saat boyunca başbaşa takılarak, labirent, sarmal, paralel koridorlar gibi muhtelif şekillerde döşenmiş bölümleri gezdik.

Suyun altında öyle ya da böyle bir şekilde barınan herşeyin bir örneği vardı. Bir an için gemi batığı bile sergilemiş olabileceklerini düşünerek dehşete kapıldım ki kuruntu yapmışım. Hatta suyun yakınında barınanları da unutmamışlardı. İlk kez ve yakından gerçek birkaç penguen gördüm-metafor değil, kelime anlamıyla tabi. Sonracığıma Jawslar, Willyler (sanırım komplekse sığsınlar diye daha makul boyutta seçilmişlerdi) mini Mobidikler gibi bir ağır tayfa, yunuslar, foklar, denizayıları gibi bir havuzbaşı ekürisi, denizatı, yengeç, ıstakoz, karides gibi 'mezelikler', tedirgin edici, tiril tiril sallanan yapışkan bitkiler ve gördükçe suşinin etrafına sarılan tabakaya antipati duymama yol açan envai çeşit yosun gibisinden yeşillik, nemosundan somonuna her türlü balık ve misafir sanatçı 'fugu' (siyanürden daha etkili bir zehir salgılayan balık kardeşimiz) gördükten sonra emin oldum ki, bu adamcağızların havada karada şansı yokmuş, (zaten havadan gelenin iki tane atom bombası , karada adamakıllı yetişenin de bir pirinç olduğunu düşünürsek, hak vermek çok makul) babam çıksa yerim ve yediririm demişler.
Çıkışta sushiciye giderek tüm gün yengeç,balık,yosun görmüş olmanın hararetiyle bu sevimli dostlarımıza selam ettik. Yürüyen bandın üzerinden tam iki kere ve yanlışlıkla reserve edilmiş 'sipariş tabağını' alıp mideye indirdikten sonra (ama siparişi veren ağzının tadını biliyormuş), bir yerden sonra çabuk yutayım ki çiğ olduğuna fazla takılmayayım zihniyetini 'amaann' üşengeçliğine bıraktım. Masada an be an çoğalan tabaklar gözümüze batmaya başlayınca artık doyduğumuza karar verip Hyogo'ya dönelim dedik. Kobe'nin içine hiç girmeden otobandan sıvışmak suretiyle eve döndük.

Ertesi sabah Reiko ile Osaka yollarına düştük. Önce Himeji sonra Osaka treni. YMCA'ye sabahın körü bulduğum bir saatte ulaşarak Reiko ile 3 haftaya tekrar görüşmek üzere vedalaşıp binaya girdim ve elitist tabiriyle 'host family', Türkçe'ye uyarlanmış haliyle 'evsahibi ailem' ile tanıştım, kağıt üstünde. Takashi ve Yuka.  Çıkışta gelmelerini beklerken veTakashinin 36, Yuka'nın 21 yaşında olduğunu iddia eden kağıda bakarken, kafamı kaldırmamla ikisiyle yüzyüze gelmem bir oldu. Biri ortayaşlı diğeri çıtır iki tip beklediğimden burnumun dibine kadar gelmiş arkadaşları, cümle içinde 'Unarusan' şeklinde kullanıldığından da o zaman 19 yılı devirmiş soyadımı çıkartamadım. Ya nüfus memuru Takashi'nin doğum tarihini yanlış yazdı, ya yolda adamı alıkoyup yerine daha gençten birini yolladılar. Yuka desen benden hepitopu 3 yaş büyük olmasına rağmen yetişkin kadın diyebileceğim bir manzarada seyretmekte. Özetle Japonların yaşını tahmin etmek ciddi bir antropolojik genel kültür istiyormuş. Bir şekilde kimlik tespiti yaptılar ki YMCA görevlileri beni kendilerine resmen teslim edip yanımızdan ayrıldılar. Yalnız kalınca da resmi bir şekilde selamlaşıp ' yoroshiku onegaishimasu'ları takas ederek metroya yollandık.
İşte 'Moriguchi' hanesine geçici surette o an dahil oldum...


Fotoğraflar: topdesigninterior.com, shift.jp.org, hyogo-tourism.jp, toa.jp, panoramio.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Öğrenci Kartı Hezeyanı (ISIC Card)

Japonya 07: Kimono, Takogawa ve isimsiz Japon dizisi