|
Başçarşı |
10 Haziran sabahının 06.00'ında vardığım Sabiha Gökçen'de yarı uyur yarı uyanık geçen 3.5 saatin ardından Sarajevo'ya varmam sadece 1.5 saat sürmüştü.
Jetlag'in değil ama uykusuzluğun kazanına düşmüş halde, en poker suratımla havaalanına indim.Yol arkadaşlarımın çoğunluğunu çocukları Bosna’da okuyan aileler ve uyku kırıntılarımdan çalan 'öğrenci misin?' temalı bitmek bilmez sorular oluşturuyordu. Aynı homojen kafile, bütünlüğünü dış hatlar gelen yolcu bölümünün sensörlü kapısına dek garip bir şekilde inatla sürdürdü.
|
Çeşme |
Yolculuğumun geri kalanını etkileyen tatsız süprizle ise bavul beklerken tanıştım. "Akıllı yurtdışı" tüm şebeke denemelerime rağmen çalışmıyordu ve değil Türkiyeyi hiçbir yeri arayamıyordum. Bu durumun bünyemde yarattığı alerjik reaksiyonla semt AVM'si genişliğindeki havaalanından çıktım. Beni havaalanından alacak arkadaşı – bu kısımdan itibaren
kendisinden Djemal diye bahsedeceğim- beklerken aynı uçaktan inen en az beş kişi gelip Başçarşı’ya
nasıl gideceğini sordu. Televizyondaki filmi aynı anda izlemeye başladığımızda 'bu bunun neyi, bunların olayı ne?" diye küçükken soru yağmuruna tuttuğum annemin "sizle bir izlemeye başladım bana sormayın" sitemini hatırlattı bu olay bana garip bir şekilde. Bilmediğimi defalarca teyit ettikten sonra, Sarajevo
taksi yazan taksilere binip havaalanından ayrıldılar.
Djemal’den sonradan öğrendiğime göre,Sarajevo yazılı taksiler 10 dakikayı aşmayan bir yolculuk için 15 Euro
geçiriyorlar ve bir çeşit kartel oluşturmuşlar. Ben İstanbul’a dönmek için Saraybosna’dan ayrılırken,
otobüs garının yanındaki Amerikan Büyükelçiliği’nden havaalanına “Sarajevo”
ibaresi taşımayan bir taksiyle sadece 5 euroya gittim. Bunda elçiliğin önündeki
kaldırımda elinde gerçek bir tüfekle nöbet tutan polisten çevirdiğim taksiciye havaalanına
gidişi sormasını rica etmemin de etkisi olabilir.
|
Milecka kıyısında |
Havalanında volta atmadığım yer kalmamış, telefonumun
yurtdışı tarife meziyetlere söver durumdayken Djemal geldi ve arabayla tepelerden
Saraybosna’nın içlerine doğru ilerlemeye başladık. Hava şansıma kapalıydı. Bir
yandan Djemal’e laf yetiştirirken, bir yandan da çanakta olduğu için gözümün
önüne serilen şehri izliyordum. İlk tanıdık fenomen, trafikteki kırmızı ışık
dilencileri oldu. Başçarşı’ya vardığımda ortamın tanıdıktan çıkıp basbayağı
bildik bir yer olduğunu fark edecektim.
|
Suç mahaline yaklaşırken |
|
Suikast Müzesi |
Savunma Bakanlığı’nın bulunduğu açıklıkta arabadan inip,
Milecka nehrini geçtim. Köprünün bittiği nokta, Franz Ferdinand’ın bir Sırp
asker vesilesiyle ebediyete intikal ettiği nacizane mekanmış efenim. Hani 1.
Dünya Savaşı’nın tarih kitapları ağzıyla başladığı söylenen olay tam da burada
cereyan etmiş. Bilmeseniz adamcağız tramvayı görmemiş, at arabası kaldırıma çıkmış veliaht dinlememiş ezmiş
diyeceğiniz, inanılmaz ayakaltı, ufacık bir yer. İş ki 4 yıl milletin birbirini
yiyeceği, taş üstünde taş bırakmayan münferit bir olaya vesile olsun. Oradan geçerken ortaokul tarih kitaplarının neden-sonuç idrakını özlemle andım ve bir maktul Franz Ferdinand bir de Enver
Paşanın Alman hayranlığı nelere kadir dedim. Bizdeki köprüden geçti gelin kıvamında 'köprüde öldü prens' ayarında bir ağıtları var mıydı literatürlerinde onu da ayrıca merak ettim.
|
Müzenin bulunduğu cadde |
Hemen o noktanın karşısında Sarajevo Müzesi kisvesi altında ‘Assasination
(Suikast) Museum’ bulunuyor. Girişi sadece 3 KM ve euro kabul etmiyorlar. Benim
1+1’den küçük bir müze. Muhtelif fotoğraf, madalya, bir de Franz Ferdinand ve
refikasının irice birer balmumu heykelini kondurmuşlar. Daha çok Saraybosna’nın
Avusturya Macaristan İmparatorluğu mirasına hitaben oluşturulmuş, tadımlık bir
müzecik. Daha devamı var mı diye çok aradım ama yoktu.
|
Başçarşının ara sokakları |
Müze çıkışı adımınızı attığınız o küçük caddede bir de Turistik Bilgi merkezi
bulunuyor.Yardımcı oluyorlar. Olmasalar da zaten ileride sağda Başçarşı başlıyor. Orta genişlikte taş sokakları, çeşmesi,
Hacı Husrev Begov Camii, bitmeyecek gibi
gelen uzun sokaklardan oluşan çarşıları, gördüğümde kahkaha attığım, en
olmayacak mağazanın vitrinine entegre edilmiş bankamatikleri, çeşit çeşit
hediyelik eşyacı dükkanları ve sevimli sahipleri, inanılmaz lezzetli cevabi
yiyebilmeniz için pek çok dükkan (cevabi, İnegölden biraz daha tombul bir köfte)
ve Boşnaklar’a kesinlikle saygı duymanızı sağlayacak böreklerin yapıldığı
dükkanları olan, adı gibi bir çarşı.
|
Bir başka Başçarşı karesi |
Bursa’ya çok benziyor dediler ama Bursa’yı
çocukken gördüğümden ‘haa, evet benziyor’ diyemedim ne yalan söyleyeyim.
Cevabiyi Zeljo adında, bol miktarda turistin bulunduğu bir
mekanda denedim. Tadı gayet güzeldi. Okuldan bir arkadaşın tavsiye ettiği yeri bir
kenara yazmayı unuttuğum için biraz da şansıma güvenmek zorunda kaldım. Cevabiyi
bir avuç soğanla ve pideyle servis ediyorlar.5 lik 7 lik 10luk diye
seçebiliyorsunuz (köfte sayısı). Bu kadar güzel olması daha çok etinin kalitesinden
kaynaklanıyor. Midenizi kaynatmamak gibi iki farklı Bosna şehirde yiyerek
tescillediğim bir meziyeti de var cevabinin.
|
Bürek (kıymalı börek) |
Bürek (kıymalı börek) için çeşmeyi arkanıza alıp çarşının içine
doğru yürüyün, sola dönün ve devam ederken sağ taraftaki sokaklara bakarak
olun, Sac adlı mekanda çok güzel börekler yiyebilirsiniz. Böreği yoğurttan az tatlı bir sosla servis
ediyorlar. Fiyatı da normal. 4-5 KM gibi bir miktar verdim.
Başçarşı yukarıda saydığım beslenme ve sağlı sollu dolaşma
etkinlikleri dahil ortalama 2.5 saatimi aldı. Dip bucak dolaştım, aynı
yerlerden tekrar tekrar geçtim, Bosna'nın Osmanlılı yöneticileri üzerine Başçarşı’nın ara
sokaklarında kalan iki katlı havadar bir müze gezdim (Bu yöneticilerin portreleri, süslü kıyafetler, muhtelif bina maketler vardı.)ki
gişeci amca yine euro kabul etmediği için gittim yine eser miktarda KM aldım.
|
Bezistan |
Börekti, köfteydi,
hediyelikti fotoğraftı derken sokak aralarına daldım, Milecka’ya çıktım, geri,
dönüp bu sefer Bezistan adlı taş bir kapalı çarşının önünde buldum kendimi. Bezistan, inceden yeraltına meyilli tipik bir Kemeraltı çarşısıydı.içindeki dükkanlara göz atarak yaklaşık yarım
dakikada diğer ucundan çıkmış bulundum. Hemen çıkışında bu ilginç oluşum bulunuyordu, adı da Taşlıhan.
Girdiğim noktaya dönüp Başçarşı’nın ve Osmanlı
mimarisinin yerini yüzyıllar önce Bosna’yı devrettiği Avusturya Macaristan
İmparatorluğu’na bıraktığını gördüm. 10 metre gitmeden cadde bambaşka bir
havaya büründü. 30 saniyede Bursa’dan çıkıp pasaportsuz vizesiz Viyana’ya
girmiş gibi hissettim. Cadde üzerinde artık daha 'marka' mağazalar
sıralanmaya başladı. Boşnak İstiklal Caddesi adını verdiğim cadde Ferhadije
Caddesi imiş. Büyükçe bir katedral, birbirinden güzel eski binalar arasında
aylak aylak dolanmaya hazırlanırken, caddenin başında zınk diye durdum.
|
Tasarım harikası bankamatik |
Hemen solda bizim
büyükelçilik, sağımda da bir bankadan daha fazlası olan kırmızı tabelalı
kurumumuzun şubesine rastladım. O beş metre dahilinde her tarafta Türkçe tabelalar vardı.
Djemal’in eşi ve çocuklarıyla Saraybosna’yı tepeden görmek
için arabaya doluşup yüksekçe bir yamaca çıktık. Çok güzel bir manzaraydı. Djemal
bana savaş zamanı Saraybosna’nın yalnızca 16 yıl önce başından geçenleri önümüzdeki canlı haritadan bir bir göstererek anlattı. Belgesel videosu izlemek gibi değildi, oralı ve savaşı görmüş bir insandan olanları dinlemek inanılmaz farklı bir histi ve eminim onlar olmadan Bosna'yı ziyaret etmiş olsam, bu kadar yüksek bir yere kendi imkanlarımla çıkmak - otobüs falan yoktu- ve hikayeyi aracısız dinleyebilmek asla mümkün olmayacaktı. Neden savaş muhabbetiyle içini karartıyorsunuz derseniz, Saraybosna'nın mirasının ayrılmaz bir parçası olduğunu düşündüğüm için duymak istedim.Değil 16 yıl, Bosnalılar'ın ömürleri boyunca unutabileceği bir hatıraya benzemiyor benim görebildiğim.
Aşağı inerken İzetbegoviç (eski Cumhurbaşkanları) in Türkiye tarafından yaptırılmış anıtmezarını ve Saraybosna mezarlığını gördüm.
Bir de o kıvrım kıvrım, virajı ve daracık sokaklarda motorsiklet kazası gördük.
Manzara feciydi ve ortalık mezbahaya
dönmüştü. Nacizane tavsiyem çok iyi şöfor değilseniz Saraybosna’da araba
kullanmayın.
Aşağıya indiğimizde Djemal ve Maja (eşi) bana Başçarşı’yı
bir kez de yerli gözüyle gezdirdiler.Denk gelmediğim ara sokakların,
nargilecilerin içinden geçtik, Ferhadiye’de daha uzun bir geniş bir tur attık,
ve Ebedi Alev diye çevirirsem kulağıma travesti rumuzu ya da sahne ismi gibi geleceğinden anıt meşalesi diye işin içinden çıkmak istediğim,2. Dünya Savaşı'nda Bosna'nın kayıpları anısına yakılmış bir hatırat kendisi.
|
Ferhadije Caddesi |
Katedralin sol yan sokağındaki
İtalyan restoranında akşam yemeği yedik. Arkamızdaki Türk elemanların bolca küfrettiği
yemekte, buralarda çok fazla Türk öğrenci olduğu, okumaya geldiklerini çünkü başörtüsünün Bosna üniversitelerinde serbest olduğunu öğrendim. Sağolsunlar ,Bosna
konusunda beni her telden epey
bilgilendirdiler.
|
|
O gece Zagreb’e giden otobüse binecektim, Maja biletimi
sorduğunda uzattım ve karı kocanın yüzü değişti. Bu otobüs şirketini hiç
duymamışlardı. İnternetten aldığımı söylediğimde sanki akıllarındaki bit yeniği daha da güçlendi. İçime düşen kurdun sayesinde
yemeğin kalanını sadece didikleyebildim. Çıkıp evlerine döndük ve eşyalarımı
aldım. Otobüs terminaline gittiğimizde bildiğimiz kağıt helva gibi koltukları
olan ve Barcelona yollarında müşerref olduğum, bitli Eurolines'ın yolcu
listesinde çıktım. Hırvat şirketinden almıştım ancak ya taşeron kullanmışlar ya da Eurolines’a kakalamışlardı az miktarda yolcuyu. Dolandırılmadığım
rahatlığıyla Zagreb’e gönül rahatlığıyla yola çıkacaktım ki, Gülsüm’ün emanet
makinesini Djemal’in arabada düşürdüğümü fark ettim ve adamcağızı aradım.
Telefon çalıştı ve neyse ki Bosna içini arayabildim (!) ve o saatte adamı 15 dakikalık yoldan
geri getirttim. Otobüse 10 dakika kala makinemi geri almış, başka atraksiyon
istemiyorum diye söylene söylene yolculuğun ilk yarım saatinde sızmıştım. Sarajevo'dan çıkarken reklam panolarından birinde Kuzey Güney dizisinin afişini gördüm ertesi sabah Hırvatistan'da Türk dizilerinin popülaritesini öğreninceye dek rüya zannettim.
Yorumlar
Yorum Gönder
İki çift lafım var: