E5 Venedik: Beni kör kanallarda gondolsuz bıraktın...

Fragman: Orienteering'e ilginiz varsa kaçırmayın & 'Tourist' filmini izleyin.
Venedik Santa Lucia istasyonuna hava kararmaya yakın varmış bulunmaktayız.Öncelikle gardan çıkar çıkmaz karşılaşılan manzara:

yukarıdaki karede belirtildiği gibi. Mekanlar değişken, insanlar çeşitli. Tek bir şey sabit: Metrekareye düşen turist yoğunluğu. Venedik'i bir italyan şehri değil, bir birleşmiş milletler kampı şeklinde tanımlıyorum bu nedenle.
Hava kararmadan hosteli bulup eşyalarımızdan kurtulmak istiyoruz. Ki Milan'da hostel bulmaya benzemiyor. Hostel sitesi ve google mapsten ortaklaşa edindiğim adrese göre, 2 köprü geçip , tam üçüncüye gelecekken sağa bakmam gerekiyor.Sokak adı denen pratik şeye antipati duyduklarına kanaat getiriyorum ve numaraları takip edene kadar şöyle 2.5km yürümüş oluyoruz.sonunda 16. yydan kalma 3 katlı bir binaya ulaşıyoruz. Hostelin salonu denebilecek mekana ulaşınca, saniyesinde 'Legolas' lakabı taktığım uzun sarı saçlı sıska eleman bize alman aksanlı bir 'welcome' la karşılıyor. Rezervasyonumuzu onaylarken de ilk kez Türk pasaportu gördüğünü, yeşilin iyi fikir olduğunu belirtiyor. Çok beğendiysen köşedeki kırtasiyeden renkli fotokopisini çektirip geleyim demek istiyorum ama çocukcağız biraz daha inceleyip, bilgilerimizi bilgisayara geçirdikten sonra, interpol tarafından falan aranmadığımıza da ikna olunca bizi kalacağımız odaya yönlendiriyor. Omurgamıza entegre olmuş çantaları sökerek bir kenara atıyoruz.Yatak seçip (oda fazla kalabalık değilse istediğin yatağa zıplayabiliyorsun) çarşafları seriyoruz...Boyu 2 metre olan pencerenin önündeki ranzaya tırmanıyorum.Görüntü muazzam. Hostelin etrafı olduğu gibi kanal, bina yarımada gibi kalıyor, pencerenin hemen altında bir tekne var.
Biz kendimizi dışarı atana kadar hava epey kararmış oluyor haliyle. Hostelin aksi istikamette gara doğru bir akşam turu yapıyoruz. Sokaklar bir yaz gecesi rüyası kıvamında. Dediğim gibi, çok fazla turist var, 'biz venediğin eşrafıyız' diyene rastlamadım. Zaten her taraf ya restoran, ya maskeci. Dükkanlar pek bir dar. Her sene sular yükseliyor batıyor adamlar, hangar gibi bir venedik mi bekliyorsun diye paylıyorum sonra kendimi.

Gondolsuz Venedik bir kaşarsız tost, acısız adana, limonsuz limonata adeta. Garın karşısındaki köprünün dibindeki karnıyarık gibi kayıkları görünce (benzetmelerden anlaşılacağı gibi baya açmışım) anlamsız bir şekilde mutlu oluyoruz sanki o saniyeye dek Venedik'te miyiz emin değilmişçesine. Gondol turistik bir klişe olduğundan yarım saati 120 euro. Bunu duyunca işimiz illa kanallara düşerse 'yüzmeyi' tercih ediyoruz. Ertesi gün binenlere bakıyoruz, yarım saatine o kadar para bayılıyorlar ama yolda ne meyveli kek ne de konsantre meyve suyu vermişler insancıklara. Öyle balık ölüsü gibi binalara bakıyorlar. Asıl karizma kayıkçıda, 'tüm gün fış fış takılıyorum ama boru değil, turistik figürüm, 120 euroyu da kitliyorum bebelere iki sokak dönüp geliyoruz aslında dercesine arz ı endam eyliyor italyan abimiz. Yarasın, ziyade olsun diyoruz.

Ertesi gün, Venedik 101 : Yön duygusuna fazla güvenen her türlü bünyenin alnı itinayla karışlanır. Ya iyi bir gps ya da iyi bir Venedikliye ihtiyaç var. Kestirme diye tabir edilen coğrafi kavram ise, goradaki 'havalandırma' muhabbetine denk düşüyor. İyi bir google maps çıktısı, San marco meydanı, Son nefes ve Rialto köprüsü gibi popüler mekanlara ulaştırabilir ama elinizde görülebilecek her türlü tekke,yatır,kubbesi vitraylı kilise vs içeren bir liste varsa ve sabit fikirliyseniz, elinizdeki haritaya okumamakta direndiğiniz akademik bir makaleymişçesine bıkkınlık ve ümitsizlikle göz dikerek dadikalarca rota belirlemeye çalışırsınız. Bizimkisi ikisinin ortalamasıydı.
O akşam hostelde yaklaşık 15 iskandinav hatunla kaldığımız geniş hostel odasında ertesi gün gündüz gözüyle ziyaret edeceğim belli başlı mekanları listelerken, bir yandan da bilgisayardan evdekiler ve forumdakiler ne alemde acep diye hızlıca kontrol etmekle meşgulüm. Büyük ve uzun pencere olayını çok tuttum buralarda kelepirinden bulursam (!) alıp götüreceğim bir tane İzmire.

Konuya dönelim, ertesi sabah kanallardan oluşan bir şehirde açık bir pencerenin önünde uyumanın azizliğine uğrayarak bozuk para büyüklüğünde şişen 'sivrisinek' ısırıklarıyla uyandım.İnanır mısınız örümcek ısırmış Peter Parker gibi hissettim kendimi...Bekledim bekledim mutasyona uğrayacağım yok, kalkıp giyindim ve Müberra'yla erken saatlerde düştük yollara. Yoldan gene kruvasan. Artık kahvaltıda kruvasan yemeyince afyonumuz patlamıyor azizim. Önce Rialto köprüsüne oradan da San Marco meydanına ulaşmaya çalışacağız. Evet tabelalar dikkat eksikliği, astigmat ya da miyop gibi sıkıntıları olmayan sağlıklı insanlar için son derece faydalı. Ancak Harry Potterdaki sihirli labirent gibi Venedik. Yanlış yola girmek, girdiğini fark etmek, edip de geri dönebilecek yer-yön hissiyatına kavuşabilmek ve belki amacına ulaşabilmek gibi kaoslarda yitip gidebiliyor insan. Takip edilecek tabelaları görebilip bir de takip edebildikten sonra Rialto köprüsüne ulaşıyoruz. Sanki tabelaların yönlendirmesiyle fikir ayrılığı yaşayan sapa bir sokakta rastlıyoruz kendisine.  Aşağıdaki karede gördüğünüz de köprüden ziyade turistlerin üzerinden canhıraş bir şekilde fotoğraf çektirdiği bir nevi podyum zaten. Evet güzel bir mimari oluşum, nehrin iki yakasını birbirine bağlıyor, İstanbul, San Fransisco gibi şehirlerde çok daha kallavi örnekleri de mevcut da, ben canhıraş bir şekilde Rialto köprüsü arayan turistleri, onlardan biri olduğum gerçeğini tenzih ederek ilgiyle izledim.


Hatta 'geçme rialto köprüsünden ürkütürsün vakvakları' tarzı abes uyarlamalarla bir süre kendi kendimi eğlendirdim.Yolumuz uzun, Venedik karmaşık, hava 40 derece ve nem dayanılmaz kıvamdayken, San Marco'ya bir an önce ulaşalım ki mabadımız yer görsün temennisiyle, karmaşık sokaklara yeniden daldık. 72 milletten onlarca turist, binaların altından, gıcırdayan inşaat iskelelerinin arasından geçtik, Diagon Alley formatında sokak-çarşı mekanlara girip çıktık, irili ufaklı sayısız köprü geçtik ve San Marco meydanına ulaştık.

Göze çarpan ilk şey kule. O muhitte belli başlı üç tane turistik 'landmark' bulunmakta. Kule, saray, son nefes köprüsü bir de meydanın ilerisindeki 'Kordon' lakabını taktığım yürüyüş alanı.Saray son derece şatafatlı. En az önündeki sıra kadar. Ortalık ana baba günü. Öğle sıcağında bile sıkış tepiş Venedik. Emekli kuyruğundan beter sıraya girmemek gibi beyin kanamasından kurtaran bir karar verip, etrafı 'kare'lemeye başlıyoruz. Meydana çok büyük bi sahne kurulmuş, akşama konser var. Meydanı çevreleyen restoranlar da son derece kalabalık. Garsonlar vızır vızır. Oradaki merdivenlerden birine çöküp ilerleyen dakikalarda bulmaya çalışacağımız bilimum kilise, müze vs. yi sıraya koymaya çalışıyoruz ki gerek de kalmıyor. Onlar isterse zaten karşımıza çıkıyorlar istemezlerse de google'ın görselleri sayesinde hatıralarınızda yaşıyorlar. Bu metotla karşımıza bir Da Vinci icatları - bir ortaçağ 'zihnisiniriymiş' rahmetli, bir - kızkardeşimin deyimiyle- 'fil' tarihinden bugüne dek kemanın evrimini konu alan müzeler keşfediyoruz. Keman müzesinin anı defterine konuyla ilişkin ' geldi yaz ayları titrer gönül yayları' yazmak istiyorum ama Müberra bu fikrime karşı çıkarak beni oradan uzaklaştırıyor.


Ara sokaklardaki maske dükkanlarına bakıyoruz,o kadar ıssız sokaklar var ki, burda adam kessen kimsenin ruhu duymaz gibi bir hisse kapılıyorum ama az gidince yine birörnek maske dükkanları sarıyor etrafı. Be Venedik, hiç mi yerli-yurtlu yaşamaz burda, ne doğru düzgün süpermarketin var ne birşeyin. Restoran - maskeci. Fix menü.
San Marco'dan istemdışı yeniden geçiyoruz çünkü o mekandaki kilise-şapel gezimizi tamamlamış durumdayız. 'İkindi okundu mu?' gibisinden gerzekçe espri girişimleriyle güneş çarpmasının ilk sinyallerini verirken, sarayın önünde fotoğraf çekilmek üzere yeniden meydanın açıklarına intikal ediyoruz. Müberra'yla dönüşümlü olarak çekilirken, o turist yoğunluğu içerisinde bir ses adımı telaffuz ediyor ve bu Müberra değil. Venedik'in ortasında adımı telaffuz etmesini istediğim çok fazla isim var ama o günkü enstantene daha akıl-mantık sınırları içerisinde. Bölümden ve liseden tanıdığım Almanya'ya exchange giden arkadaşım Dilara, Avrupa 'turnesinde' ve San Marco'da karşılaşıyoruz. Kendisiyle 2 saate yakın bir tur daha düzenleyerek, Kordon'u ve son nefes köprüsü denen , mahkumların idama giderken geçtiği ve haliyle Venedik'i son kez gördüğü köprüyü ziyaret ediyoruz. Fakat restorasyon nedeniyle etrafına reklam panosu asmak gibi IQsu tek haneli bir önlem alınmış, görüntü kirliliğini önlemek ya da bin beter etmek adına. Neyse deyip fotoğrafımızı çekerek, Venedik'in sabah  karşıyakasını, öğlen de bulunduğumuz hiper-turistik bölgeyi  havasına, suyuna, kilisesindeki vitrayından, müzesindeki broşürüne dek özümsemiş bir şekilde akşamüstü denen günün o huzur dolu ve insan beynini mıncıklamayan atmosferdeki bölümüne geçiş yapmış bulunuyoruz. Yaklaşık 10 km yol yürümüş, 2.5 litre suyu devirmiş, makinanın poz limitine dayanmış bir şekilde, hostele gidip yatağımızda huzur içinde ölmek adına  Dilara ile 'görüşürüz'leşip, çok tuhaf bir şekilde ayaklarımızın 'sesini' -ya da 'isyanını'-  dinleyerek hosteli şaşırtıcı bir hızda buluyoruz. 'Fatigue' denen şeyin neden tıp literatürüne geçtiğini tüm gerçekliğiyle anlayarak, akşamın erken saatlerine dek deyim yerindeyse, bayılıyoruz.

Akşam beslenmek üzere (avlanmaya çıkmışız gibi) snack bar aranırken (kazıklanma konusunda pek bir hassas olduğumuzdan anti-restorancıyız) venedikteki favori hediyelik eşya dükkanını keşfediyoruz. 'Venedik hatırası maske' klişesini de minik maske magnetleri edinerek savuşturuyoruz. Gelirken farkına varmadığımız kallavi bir restoran&pastane kırması mekan buluyoruz. Gayet de pizza yiyeceğimizi bilerekten tezgaha yaklaşıyoruz ama pizza diye satılan şey, a.k.a. margarita, bir nevi kaşarlı-domatesli lahmacun. Double-cheese hamurlu extravaganza mı bekliyordum, hayır. Hala beklemiyorum. Bir tüm pizza kamyon tekeri çapında. Dilimiyle rahatlıkla külah yapılabilir. (Hayır denemedim, direk yedim. Pişman değilim). 'Lahmacun lan bu!' tepkime karşılık kasiyerin gayet akıcı bir Türkçeyle 'diğer çeşitleri de var bu tarafta' demesi karşısında önce embesilce sırıtıp sonra margarita satın almaya karar veriyoruz. Adamcağız ' bahçede masalar var içeride yiyebilirsiniz' diyerek anadilinin Türkçe olduğuna daha da ikna olmamızı sağlayıp sıradaki müşteriye geçiyor. İyi ki daha densiz bir tepki vermedim diye kendimi teselli ederek, Lcdden italyanca hava durumu izlerken akşam yemeğini mideye indirip ve üstüne iki çeşit 'venedik tatlısı' deniyoruz (bademli ve lor peynirli tart tarzı birşeydi). Ayıptır söylemesi. Yer-yön duygusu kadar olmasa da Venedik'te ıvır-zıvır satın alma ve kompleks karbonhidratlarla samimiyet gibi konularda kendimizi pek bir yol kat ettiğimizi fark ediyoruz.

İkinci ve son Venedik akşamında, bu sefer Venedik'in turistik olmayan kısımlarına  göz dikerek, garın arka taraflarında ne var ne yok diye meraklanıyoruz. Olay yerine ulaşınca gördüğümüz üzre, garın ilerisinde bir adet mini güvenpark bulunmakta.Güvenparktan kasıt otobüsler. Venedik'te tahmin edilebilceği gibi toplu taşıma yok. Bisiklet kullanmak da yasak, varsa yoksa tabanvay. Bir meydan dolusu otobüs haliyle ortaçağda taksi-dolmuş bulmaya denk bir durum. Kısacası toplu taşımaya ilişkin her türlü 'anahtar sözcük' turistik Venedik sayılabilecek bölgeden uzağa sürülmüş. Bu kadar turiste çalışan bir zihniyet, Venedik yerlileriyle (gözünün önüne italyan aşireti gibi abuk bir şey geldi) nasıl ortayol bulmuş, buranın valisinin kaymakamının mafya topuğuna sıkmamış mı gibisinden yerel yönetime dair sorular geliştirmeme rağmen erken pes ediyorum.

Evet, allahı var güzel bi şehir, gidilir, gezilir 2-3 gün, hatta kanala, gondola,kuleye, köprüye doymazsanız 1 hafta.Italya'nın kuzeyine yolu düşen herkesin görmesi yararına olur. Ama tamamen romantizm ayağına 'Aşıklar şehrinde ikimiz bir fidanın güller açan dalı olalım, Venedik sokaklarında, kanalların üzerinde el ele gezinelim diye ortalarda takılan andaval zihniyet ayağına Venedikte yer ve oksijen işgal edenlere yalnızca 'gondolunuz' devrilsin demekle yetiniyorum, hem de içimden.


Ertesi sabah, sıcağı soğuğu, acısı - daha çok tatlısı, pizzası-paninisi, piksel dolusu fotoğraf ve şebekçe çekilmiş videolarla, Venedik köprülerinden o yolculuk çerçevesinde son defa geçerek , kaplumbağa kızlar modunda Santa Lucia istasyonuna gidiyoruz Bologna trenine binmek üzere. Sırada Bologna-Floransa var...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Öğrenci Kartı Hezeyanı (ISIC Card)

Japonya 07: Kimono, Takogawa ve isimsiz Japon dizisi