E7 Siena ve Pisa :Yollarda bulurum seni...

Fragman: 
Siena: Sakin, mırıl, manzarası güzel. İtalyan usulü kafa dinleme tesisleri.İnsanın gözüne gözüne giren beton yığınları yok. Konuşabiliyor olsa muhtemelen 'turistik, tarihi ve çekiciyim ama aynı zamanda mütevaziyim kahretsin' der.
Pisa: Sıkış tepiş, mimari falsodan meşhur olmuş bir kulesi var diye gördüğü ilgi de abartılı. En azından kule ve  kiliseden ibaret turistik alandaki çimleri rahat. Şezlong getirin.


İki en olmadı üç saatte gezebileceğimize dair sürrealist bir 'turistik' özgüvene kapılıp, e 4'teki trenle döneriz derken, Siena'ya vardığımızda garın turistik merkeze son derece uzak olduğunu ve otobüs beklememiz gerektiğini öğreniyoruz. Öyle gardan çıktım, caddeyi geçtim, meydanı buldum olayı burada tıraş. Akşam 6.30 trenine kaldık.
Merkeze giden otobüsün durağını bulmaksa ayrı bir çile. Çünkü 15 dakikalık arama kurtarma çalışması sonucunda öğrendiğim kadarıyla durak bir alışveriş merkezinin bodrumundan kalkıyor. O gün cavcav sıcakta Siena merkezine ulaşmaya çalışırken, toplu taşıma adına belediyenin bu morg kılıklı otoparkta otobüs bekletme fantezisine ne yazık ki anlam veremiyorum.
Bu huzurlu pazar sabahında Siena'ya çıktığımda, eşraf sabah fırınından poğaçasını almış, çayını demlemiş, balkonda maraba atleti ve sümerbank pijamasıyla kahvaltısını eder, gazetesini okurken, ben de fellik fellik harita aramaktayım. Nitekim Floransa garında yoktu ve elimde yalnızca gidilecek yerlerin listesi vardı. Onu da bulamadım. Önce ara yollara dalarak, tepeden aşağı iyice darlaşan, bazen bir kiliseye, bazen de içinde Adams ailesinin yaşadığı hissine kapıldığım sarmaşıklı ürkütücü evlerin ( hadi şato demeyeyim) bahçesine şak diye çıkan sokaklarda buldum kendimi. Sonra bir tane kilise buldum tenhada, bildiğin Silent Hill seti. Bir de üstüne çanlar çalmaya başladı tam oldu.Filmdeki ucubeyi beklemeden oradan uzaklaşıp bir yarım saat daha kaybolduktan sonra, bir dondurmacı buldum. Malum beynime glikoz gidince, dondurmacı kıza Duomo'ya nasıl gideceğimi de sormayı akıl ettim o 10 kelimelik italyancamla, linguistik bir faciaydı ama denemeye değerdi.      
Beni merkeze ulaştırması beklenen karışık sokaklar, daha da eciş bücüş versiyonlarıyla yer değiştirdiğinde, evlerin arasında böyle geçit kıvamında merdivenler çıktı ortaya. Evin bahçesine iniyordur diye insan girmeye çekiniyor ilkinde ama iyice aşağılara inen, resmen merdivenden ibaret bir sokak bu. En olmadı 'Scuzi' der çıkarım işin içinden diye düşünüyorum. Bir de yakınlardan bando sesi geliyor, merdiven-sokağı dik kesen 'normal' bir cadde olduğuna ihtimal veriyorum aşağılarda. Gerçekten de eflatun üniformalı Siena bandosu resmi geçit halinde italyan 'mehter marşını' çalmakta. Ben caddeye indiğimde 'üflemeli' taburu tam önümden geçiyor. Kaybolmaktan da yırttım diye sevinip 'Palio' denen yılın belli bir zamanında at yarışlarının yapıldığı meydanı bulunca bandoyla yolları ayırıyorum, zaten blok flütten başka enstrüman bilmem, isabet... 

Palio'da millet yaymış uzanmış, arnavut kaldırımı muhabbetinde. Atların tepindiği yerde nası yayıp yatıyorlar peki diyebilirsiniz, ama gayet temiz ve hijyenik bir ortam.Bu arada Palio meydanı yelpaze şeklinde. Bu yelpazenin ucunda bir kule var.Yayvan kısmında da az yukarıdaki katedrale çıkan merdivenler bulunuyor. Kuşbakışı bakan biri için 'taç' şeklinde görünürmüş. 
Katedrali görmek için,çarpışmamaya çalıştığım insanların fırlayıverdiği merdivenli geçitlere yöneliyorum. Feci bir yaya trafiği, çarpışıp düşsem o eğimle kendimi Palio'nun en çukur noktasında bulabilirim. Kalabalık bir ara sokağa çıkıyorum, az ileride gene merdiven. Bir de ambulans gelmiş, restoranda biri fenalaşmış diye.Tam cümbüş.3 posta merdivenin ardından üzerine katedralin bahçesine kendimi zor atıyorum ki o hengamede çocuk arabasıyla, kucağında bebekle tırmanan tipler de var. O kadar tırmandım diye havadar bir yer beklememe rağmen, katedrali çevreleyen yapının avlusuna çıkmış oluyorum.Katedrali ve bitişiğindeki 'müzemsi' mekanı ziyaret ettikten sonra, bir grup Fransız'ın arasından sıyrılarak ıvır zıvır dükkanından kartpostal ve anahtarlık stoklayarak sabah saatlerinde indiğim otobüs durağına doğru ufaktan yollanmaya başlıyorum. Son duraktan bir öncekinde dönüş otobüsünü beklerken, Siena'nın en sağlam 'panaromasını' da tesadüfen yakalamış oluyorum. 
Trene 15 dakika kala yetişiyorum. .Bu arada interrail biletinde ince bir tarih değişikliği yapıp, Siena'yı beleşe getiriyorum. Niye afişe ettin kendini demeyin, Verona'da ödediğim %30 fark ve Bologna ızdırabından sonra, bu çift yönlü Siena seferim İtalyan demiryollarına gösterdiğim bir orta parmak niteliğinde.
Floransa'ya dönüp, Toscanadaki son akşamı pizza ve dondurma eşliğinde (zaten şu anki 'formumu' tamamen geçen seneki İtalya seferinin öğün başına düşen karbonhidrat yoğunluğuna borçluyum.) Uffizi hala tıklım tıklım.Ortam çok güzel.Tıpkı b.ku çıkarılmadan efendice eğlenilmiş bir Mayfest gibi. Hostele dönüp iki Fransız hatunla paylaştığım odaya deyim yerindeyse yığılıyorum. Ertesi gün Pisa var ve Roma'ya ulaşana dek iletişim olanağım yok internet 'bağlamında'. 
Floransa'dan bir iki saat gibi bir sürede Pisa'ya varıyorum. Pisa kulesi Roma'da değil ey sevgili okurlarım.Pisa ayrı bir şehir ve Roma'ya hızlı trenle iki saat. Standart trenle de dört. Kule ve çevresi dışında gezilecek hiçbir şeyi yok desem inanır mısınız? Eğik kulesine 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra ulaşıp, uzunca bir süre direndiğim elimle kuleyi tutarken fotoğraf çekilme klişesine boyun eğiyorum. Zaten Pisa'da geçirdiğim saatler çoğunlukla dönüşümlü olarak fotoğraf çekilmekle geçiyor. Bu esnada Hollanda'ya exchange gitmiş dört kişilik bir türk grupla tesadüfen tanışıyorum. Değnekçilik demişken nacizane önerim fotoğrafı çeken çimlere uzanarak çeksin ve ezilmemeye gayret etsin. Aksi takdirde tek getirisi aşağıdaki gibi kuleyi ayağıyla iteklerken çekilmeyi bir türlü başaramayan arkadaşınızın bacaklarını ağrıtmak olur.  
Bir ara kulenin yakınındaki binalara da uğruyorum; Arapta yağ, italyan mimarisinde mermer diyorum başka bir şey diyemiyorum.Tıklım tıklım olması dışında pek de bir numarası yok gibi. 
McDonalds'ından 'çırpılmışsüt' alıp -'milkshake' yazsam annem amiyane bulacak- çimlere yayılarak, durum değerlendirmesi yapıyorum. O sırada iki otobüs dolusu Japon istila ediyor Pisa'yı. Sönmeyen flaşlar,hangi dilde olursa olsun susmak bilmeyen rehberler,böyle Pisa'da birleşmiş milletler kampı gibi bir ortam oluşuyor. Sonradan düşünüyorum ki sanırsam artık 'turistik sürmenaj' aşamasındayım.
Akşam 5'teki Roma treni bu yolculuk için son demek. İnterrail biletimi Roma'ya ulaşmak için son kez kullanacağım. Üç günlük Roma seferi sonunda bizzat İstanbul uçağına bineceğimden trenlerle işim bitmek üzere. Tabi gariban öğrenci interraili 2. sınıf olarak satılıyor.Bir tren gelmekte ki Roma'yı değil garın sonunu görürse şanslı. Durmasını ve 'bacılar bi inip ittirin' demelerini bekliyoruz muzip bir ruh haliyle. Ama 'çufçuf' bizi utandırıyor bu konuda. Saat dokuz sularında St. Pietro Bazilikasını görünce fark ediyorum ki nihayetinde Romadayız...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Öğrenci Kartı Hezeyanı (ISIC Card)

Japonya 07: Kimono, Takogawa ve isimsiz Japon dizisi