E9:Brütüs,Pavarotti ve Papa

En son dolapta soğuk içeçek bulundurmayan Roma marketlerine sayıp döküyordum. Beslenme saati bittikten sonra bayram ziyaretine gider gibi yollarına vurduğumuz güzide mekanlara dönelim. Kronolojik ve coğrafi sırayla,
 
 Trevi çeşmesi : Aşıklar çeşmesi diye de anılabilirmiş. Ama ben heykel ve havuzdan ibaret bir çeşmeyi daha da turistik yapmak için konsepte küçük kırmızı kalpler doldurma fikrine biraz tavım. Neyse sol omzunun üstünden para atarsan Romaya bir daha gelirmişim. Bir de bunun dileğinin gerçekleşmesi gibi bir varyasyonu da var. Karınca kararınca ritüele olan saygımdan para fırcıtma olayını gerçekleştiriyorum.Yakınımızdaki hatunlar da sırayla 'hayatının erkeğini bulmayı dileyerek 5 cent atıyor omzunun üzerinden, beş centlik adam bulursan çeşmeye b.k atma yalnız diyorum anadilimde. Müberra beni turistik zırvalar konusundaki acımasız radikalliğimle kabul ettiğini belirtiyor bu esnada.


 Pantheon taş bir kilise mi desem anıt-yapı mı bilemedim, kilise yerleşimli ama azizlere olduğu kadar milli kahramanlara ait çelenklerin ve plaketlerin de olduğu, tepesi kare kare, tam kubbesinin sivri kısmı kanalizasyon kapağı ebatında açık bir kapalı mekan. Daire şeklinde. Kalabalık olduğundan içeri giren fazla kalamıyor.Yaparken böyle girişi tapınak olsun ama cami kubbesi de eksik kalmasın, bir de yağmur suyu girsin tepeden, böyle bir sarnıç havası da olsun tarzı çokişlevsel bir mimarisi vardı muhteremin.


İspanyol merdivenleri : Sienada merdivene doydum. neyseki buradaki sadece bi figür. Devamı Popolo'ya çıkıyor.Ama biz merdivenin hakkını verip yukarı caddeden paralel ilerliyoruz. Medici ailesinin villası var bu yol üzerinde. Az ileride de geniş bir park bulunmakta.Tepeden tüm romayı görüyor. Roma'da en sevdiğim yer kendileri. Hemen aşağıda Popolo meydanı var, genelkurmayın tam karşısındaki caddenin bağlandığı yer. Buradan Vatikan'ı görebiliyorum. Hava feci sıcak olmasına rağmen pek de güzel esiyor.

İçinden geçtiğimiz tüm meydanlar, Floransa'daki gibi insanların bir yaz akşamı sinerjisinde çalan müziğe ritm tuttuğu, pandomim ya da ünlü 'taklidi' şeklinde (ünlüden kasıt Tutankamon, Indiana Jones'un tamamen gümüş rengine boyanmış versiyonu vb.) sokak gösterilerinin yapıldığı, portre, manzara, el yapımı çanak çömlek gibi bilimum  sanat çıktısının standlarda sergilendiği havuzlu-heykelli mesire yerleri. Trevi çeşmesine yakın olan bir tanesinde italyan mutfağının temel maddelerine ilişkin stand gibi birşey açmışlar. İşte sos falan deneyebiliyorsun. Oradaki kadıncağız da boğazlı bir tip olduğumu sezdi zağar, italyancam olmadığına da kanaat getirince ingilizce 'denemek ister misiniz?' diyerekten elime soslanmış bir çeyrek tost ekmeği tutuşturuyor. Ağzıma atıyorum anında suratım buruşuyor, en sevmediğim nevale: zehir gibi sarımsak. Kadın yüz ifademden tırsarak 'korkmayın içinde siyanür yok' tarzı bir şey demeye hazırlanırken, ' i'm not a great fan of garlic' diyebiliyorum sadece. Teşekkür edip ayrılıyorum. 


Tüm bu listelediklerimi gezdikten sonra bir de kayboluyoruz ara sokaklarda ama, neticede tüm yollar Roma'ya çıkıyor. Yukarıda gördüğünüz Genelkurmay'ın önünden tekrar geçiyoruz. İtalyan bayrağındaki kırmızı ,beyaz ve yeşil domates, peynir ve fesleğeni temsil ediyor diye bir geyik vardı, doğru mu bilmiyorum ama neyi simgeliyor olabilecekleri üzerine hararetli bir beyin fırtınası yapıyoruz yol arkadaşımla. Kaybolduğumuz sokaklardan birinde de, adını botokslu İsa koyduğum bir heykele rastlıyoruz. Colosseum'a dönene dek bu heykel sayesinde kıkırdıyoruz ister istemez.
 Hostele döndüğümüzde ben koğuş ağası gibi - sadece fonda saz tınısı eksik- ranzanın tepesine tırmanmış internetimi açmışken, huysuzluğu tavan yapmış Müberra 'şu forum mudur karum mudur nedir ondakilerle benden daha sık konuşuyorsun resmen' diyerek iletişim denen şeye ayrı bir boyut katıyor. Anlayamadığım bir şekilde İtalya yolculuğunda yeterince eğlenemediği kanısına varıyorum. Eğlence konseptinin sabah 8 akşam 9 gezindikten sonra her akşam bar/disko ortamlarında Hülya Koçyiğit filmlerindeki koreografiye benzer şekilde anlamsızca savrulmak olup olmadığını merak ediyorum ya da direk olmasından korkuyorum.
Ertesi gün bu kadar yoğun olmayacak(tı). Sabahtan Vatikan var. Öğleden sonrası belli değil.Trene atlayıp Pompei'ye falan mı gitsek diyoruz, trenlere bakınca hayalimiz suya düşüyor.Geç kalırız.Ertesi sabah metroya atlayıp Vatikan durağında sol ayağımızla bismillah diyerek adım atıyoruz. Dini kimliği nedeniyle ayrı bir ülke konumunda olan Vatikan, coğrafi anlamda Roma'nın bir meydanı sadece. Çok geniş bir avlusu, avlusunda bir projeksiyon alanı ve sandalyeleri, fıskıyesi, sütunları, bir müzesi, Pietro bazilikası ve bir papası var. (Melekler ve Şeytanları okuduysanız mimari ayrıntılardan ziyadesiyle haberdarsınız.)


Gezinirken 'Halleluyah' ı söylemeye başlıyorum. Müberra susturuyor beni. 'I will follow him' i ( sister act filmindeki final sahnesi - rahibeler ciddi başlayıp ikinci kıtada coşuyorlar) söylemeye başlıyorum, uykusuzluk bünyede ters tepiyor olsa gerek, böyle bir boşvermişlik var üzerimde. Bu sefer de 'Amenoo imenee' ye geçiyorum. Müberra bu tavrımı son derece ' blaspheming buluyor. Katolik kabesi burası, 'de facto' hacı sayılırız demem Müberra'yı şaşkına çeviriyor, coğrafi konumumuz gereği daha çabuk 'çarpılacağımı' ve ağzımın yüzümün yamulacağını, o halde benle napacağını düşünüyor belki) 
Ortalığı iyice bir dolaşıyoruz.Bu arada İsviçreli 'çakı' gibi muhafızlar koruyor Vatikan'ın kapalı mekanlarını.Müzeye aylar önceden bilet ayırtıp giriliyormuş, isabet olmuş haberimiz yoktu diyoruz. Çok da müzeci değiliz.
Adamlar baya baya dini kimlik üzerinden ayrı ülke statüsündeler. Tanrının oğlu olabiliyorsa varsa devleti niye olamasın gibi bir durum. Vatikan'da iki saat geçirdikten sonra) 15 dakikalık bir yürüyüşle Roma'nın nehir kenarına varıyoruz ve akşama dek boydan boya geziyoruz. Bir adet mini adası var film gösteriminin yapıldığı, daha çok film seti gibi ama ben pek sevimli buldum.   
O akşam dışarda yiyelim diyoruz. Roma'nın ünlü caddelerinden birinde ortalama bir restorana oturup 'al dente' napoliten'imi beklemeye başlıyorum. Müberra da ravioli söylüyor.Gelen makarna fena değil, ama yurtta knorr domates sosuyla yaptığımdan pek de bir farkı yok. Farkı o vasat akşam yemeği için 10 euro ödemiş olmam fark yaratıyor. Dört senedir öğrenci hayatı sürüyorum, italyan mutfağı zaten 'göbek adım' olmuş, ama madem kalktık geldik artık diye o saatten sonra sineye çekiyoruz.
Hesap istediğim halde gelmeyince, içeri girip kasadaki italyan usulü Ümit Usta'ya parayı uzatıyorum. Adamın hesap ödeyebiliyor olmama şaşırır gibi bir hali var. Ya burada ilk kez müşteri görüyor ki tahmin edebiliyorum bu seçeneği ya da bugüne dek herkes hesap ödemeden sıvışmış bir şekilde. Bulaşık yıkatma uygulaması var mı Roma'da onu sormayı unutuyorum. Neyse, hesabı halledip ayrılıyoruz. Bu arada İtalyan restoranlarında 'take-away' takılmak yerine oturup yerseniz işgal ettiğiniz masa için de sipariş dışında bir para ödemeniz gerekli.
Trevi çeşmesini bir de akşam görelim diyerek, Roma'da son akşamımızı  gidip gene dondurma alıp trevinin loş ışıklandırması altında oturacak kuru bir yer bularak geçirmeye çalışıyoruz. Akşam dokuz civarı ama pek kalabalık. Heykeldeki mitolojikler kim bir türlü fikir birliğine varamıyoruz Müberrayla. Bir gece vakti, Colosseum'a son kez yürürken, aşağıdaki manzaraları son kez kareliyoruz böylece.Aşağıdaki kare aslında antik kalıntıların bir kısmı ama ben daha çok Mordor'a benzettim. Metroya girdiğimiz anda Roma'ya da orta dünyaya da turistik olarak veda etmiş durumdayız.


Ertesi sabah havaalanı çufçufuna vakitlice yetişip Roma'ya el sallayaraktan, Roma kadar işlek bir mekan için fazla bakımsız bulduğum Fiumicino Havaalanına babalar gibi iki saat erken geliyoruz. Nasıl sapı suluk bir ruh haliyse artık, yolculuk sağ salim bitti diye değil yarın sabah istediğim saatte uyanabileceğim diye resmen gülümsüyorum. Bluexpress adında ama adını sanını duymadığımız ve pilotlarının yasal lisanslı olduğuna tamamen 'dualar ve aminler' çerçevesinde bel bağladığımız bir havayoluyla uçacağız. Bakıyorum, daha sırası bile açılmamış.O nedende üst kata çıkıp banklarda beklemeye başlıyoruz. Müberra valizlerle takılırken ben de havaalanında yenecek bişeyler arıyorum. Şansıma, bir havalanı nezdinde pek mütevazi görünen bir pastaneden vazgeçilmez kahvaltımız kruvasanları ( feci fransızız, paçadan akıyor) kapıp bekleme salonuna dönerek check-in açılana dek uyanık kalmaya çalışıyorum. Aşağı indiğimizde manzara süper. Ayın onbeşinde banka kuyruğu neyse, bluexpress'in önündeki öfkeli kalabalık onu ikiye katlar.Sırada beklerken iki adet backpackli ve şişedibi gözlüklü rahibe ( bildiğin kostümüne kadar) görüyorum. Bizle aynı uçağa binecekler.Tabi o uçağa biz 'de' binebilirsek. Check-in deske vardığımızda saat 13.18. Uçak yarımda. Daha uçağa binerkenki güvenlikten geçmedik. Murphy kanunlarına dil çıkaran bir şansla, kadın pasaportlarımıza doğru düzgün bakmadan onaylıyor, güvenlikte de uçağa binecek en seri grubun arkasında olduğumuzu anlıyoruz : takım elbiseliler. Adamlar şıkır şıkır, saniyeler içinde kemerdir, saattir, b.k püsürdür, eşyalarını sepetlere yerleştirip güvenlikten geçiyorlar. Haliyle 5 dakikaya kendimizi kapının girişinde buluyoruz.O kıçı yere yakın shuttlelardan biriyle şöyle 15 dakkalık bir havaalanı turu sonunda, artık hangarlara yakın bir yere 'park' etmiş uçağa 'kavuşuyoruz' 2.5 saat, kelle koltukta seyahat standartlarında akıp gidiyor. Sabiha Gökçen'e inince Müberra'yla vedalaşıp akşamüstü İzmir uçağı için iç hatlara geçiyorum..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Öğrenci Kartı Hezeyanı (ISIC Card)

Japonya 07: Kimono, Takogawa ve isimsiz Japon dizisi