Vol 3.Coupiac Kampı: Atıl yavrukurt...

Barcelona'dan Toulouse'a gene hava aydınlanmaya yakın varıp, garın lobisinde beklemeye başladım. Minibüsün saati gelince 20 kişilik bir araca doluştuk. Kampın yüzde sekseni o otobüsün içindeydi ama kim kimdi bilmiyordum. Şu kız kampa gidiyordur, şu veledin yaşı tutmaz zaten, bu bavulla binmiş kampa geleceğini sanmam vs şeklinde. Son duraktan bir önce minibüsün yarısı inince, kalanlar birbirimize bakıp gevrek gevrek 'hi!' dedik. Grup psikolojisine giriş.
St. Sernin
İki kamp lideri bizi karşıladı. Durağın az aşağındaki park yerinde ortayaş ve üstü 10 kişilik bir ekibi toplaşmış bize bakarken buldum. Thievy (çeribaşımız)  kafa sayımı yapıp önündeki listeden kontrol edince, bizi bu kalabalıkla tanıştırdı. Bizi kamp yerine götürmek için gelmişler.7 araba sünnet konvoyu gibi kampa gidecekmişiz, zira arabayla 20 dakikalık daha yol varmış. Averyon yaylarında açık hava kampı. Bu tarz bir tatili birkaç yüz euro ucuza kapatmıştım farkında değildim.

Ön safhadan tonton bir hatun bayramda İzmir'e gittiğimde anneannemin bana sarıldığı gibi sarıldı bir güzel. En son 15-20 sene önce şimdilerde orta yaşlı sayılabilecek çocuklarını büyütürken genç insan görmüş gibi bir halleri vardı. Önümüzdeki günlerde anladığım kadarıyla, Coupiac'ta yaşayanların çoğu emekliydi. Bizim kampa da bir nevi kreş muamelesi yapıyorlardı. Neyseki lego, oyun hamuru,elma şekeri, oyuncak kamyon falan getiren olmadı. Son derece hoşsohbet bir şekilde saat 10 civarı inşaat alanına kahve ve hamurişi getirdiler, çiftliklerine davet ettiler, festivalde şarap ikram ettiler ve şatonun resepsiyonundan istediğimiz zaman internete girebileceğimizi söylediler.( siz hiç ADSLli şatoda mail okudunuz mu?) Ne biçim Fransız bunlar yahu diye düşündüm uzunca bir süre. Nur yüzlü emekliler beldesi Coupiac'la işte böyle bir 'ambiyansta' tanıştım.      
Arabalarla göl kenarındaki kampa vardık ve çadırlarımızı kurduk.Sonradan fark ettim ki sol üst köşeme ingiliz elemanlar, soluma ispanyol kız, hemen dibime alman kız, sağ tarafıma da koreli hatunlar yerleşmiş.Bir nevi aslına uygun coğrafi düzen almıştık.Nedense çok komiğime gitti. Kamp ahalisi 4 Fransız, 2 İngiliz, 2 İspanyol,2 Polonyalı, 2 Koreli,bir Alman,bir Fr-Türk ve benden oluşuyordu.(Aşağıdaki resimde şarabı fazla kaçıran Polonyalı hatunla İngiliz elemanı görmektesiniz.) Günde iki kişi kampta görevli kalacak, bulaşıklar ve yemekler de ellerinden öpecekti. O zamanlar 'uchideshi' falan da değildim, ister istemez konuya mesafeliydim. İlk haftanın sonundaki vardiyam benim ve arkadaşlarım için son derece acı oldu. Bu enstanteneyi vol.4'te okuyacaksınız. 
Kamp construction temalı olduğundan eski mezarlık duvarını yeniden yapılandıracaktık. İki haftalık işimiz bu. İlk hafta taşlar sökülüp kümelenecek, sonraki hafta duvar yeniden örülecek. Kamp lideri olan Thievy (şeriğ ve şiviy arasında bir telafuzu var) bir mason -hayır o dünyayı yöneten lobinin bir mensubu değil, İngilizcedeki kelime anlamıyla mason : duvar ustası, haliyle bizleri koordine etti bir güzel. Eski duvarı yıkıp taşları yığmaya başladık.Yumurta kadar örümcek kaynıyordu taşların altı, dünya kamuoyunun önündesin ciyaklamanın sırası değil diye araknafobimi ölümüne bastırmak durumunda kaldım. Yendim sanıyordum, hayır sadece rafa kaldırmışım.
Festival
Akşamları bazen kamp alanında, çoğunlukla Coupiac merkezde şatonun etrafındaki alanda takıldık. Merkezi şato olan Fransız bir emekli köyündeydik.Fazla bir şey yoktu. Festivale dek.
Festivalden önceki gün topluca Coupiac merkezine yürüyüp festival alanına baktık.Dans platformu kurulmuştu. Tango gösterisi yapılacaktı. Kendine özgü İspanyol ekürimiz Tomas, dans pistini bulmuşken hepimize arjantin tangonun temel adımlarını çalıştırdı İspanyollarda tangonun 'genetik' bir meziyet olduğunu vurgulayarak. Sonra da hissederek dans etmediğimizi  söyleyerek grubun tüm kızlarını fırçaladı. 'Bence biz şimdi öğrenmeyelim festivalde dans edenleri alık alık izlemekle yetinelim' diyerek hocalığı kısa süren Tomas'ın sırtını sıvazlayıp, etrafı gezmeye koyulduk.


Festival lunapark, mahallenin meydanında kutlanan bir sünnet düğünü ve mayfest karışımı bir formattaydı. Plastik bardakta bira, lastik gibi patates püresi, şişte meyve ( çöp şişin çilek,kivi ve muzlusu) gibi gıda maddelerinin sıkça tüketildiği, upuzun masaların dans pistinin önüne dizildiği, çocukların masaların üzerinde o gürültüye rağmen uyuyabildiği medeniyetler buluşması gibi bir etkinlikti. Aklıma gelebilecel her türlü etkinlikten bir parça vardı diyebilirim. Masalararası meyve tabağı yollama uygulaması var mıydı onu bile merak ettim. Lunapark derken gerçek lunapark ekipmanlarını kast ediyorum. Çarpışan arabalar vardı. Herkes kendi anadilinde böğürerek birbirinin kaportasına tamponuna girişti.
O akşam şatoda bir de gösteri vardı: Köyün yerleşikleri ortaçağ fransasını canlandırıyorlardı. Merdivenlerin pencere pervazına saklanmış 'esir' rolündeki bas tonunda arkadaşlar sadece meşale ışığıyla kuleye çıkmaya çalışan kamp grubuna adrenalin dolu anlar yaşattılar. Sanırım 'Ananı!!' nidasının yedi farklı dilde karşılığını duydum o akşam. Ha bir de Koreli kızlar kalp krizi geçirdi muhtemelen. Oradan çıkınca biradan sıkıldığımızı fark edip sangriaya yöneldik. Ev yapımı sangria. Plastik bardakta durduğu gibi durmadı cidden. Kakara kikiri kampa döndük. Polonyalı hatunlar ve ingiliz elemanlar açıkta uyudukları için sabaha kadar, feci şekilde üşüttüler.
Festivalden sonra fransız elemanlardan biri kampa dönmemiş: Arthur. Meydandaki sangrialarla yetinmemiş, coupiac'ın tek barının vodka stoğunu tüketmişti duyduğumuza göre. Bunla kalmayıp alkolün etkisinde excalibur'unu zapt edemeyerek Erica adındaki çıtıra - kampın ilk günü bana sarılan yaşlı teyzemin torunuymuş- festival gibisin katılmak istiyorum formatında tüm köyün gözü önünde yavşamış ve kibarca s...tir edilmişti. Tabi Coupiac küçük yer hemen duyulur. Ertesi gün yukarı mahalleden çocuklar mahallemizin kızına yan gözle bakmışsın diyerekten kampı basıp, 'o zibidi çiçek çikolatasını alsın yarın akşam bacımızı istesin' diye bağıra çağıra çadırları kundaklamaya kalktı. Bunun üzerine, uzun yıllar Çin'de kaldığını bildiğimiz Thievy'nin kungfu koreografisiyle tanıştık. Atma, Fransız sinemasında bir kenar mahalle sahnesi ve Bruce Lee'nin işi ne diyebilirsiniz. Senelerdir bir buçuk saat mal mal birbirlerine baktıkları filmlere milyon eurolar saçıyorlar, biraz aksiyon iyi gelir diye düşünmüştüm. Senaryom bir yana, çocuk kamp bitene kadar bir daha sosyal ortamlarda görünmedi.
Albi
İlk ve tek haftasonunda Amed (Fr), Tomas (Sp), Laura (Ger) ve ben Albi denen bir şehre gittik. Otostopla. Çok tercih ettiğim bir seyahat şekli olmadığımdan Laura ve Amed yol kenarında gerekli işlemlerle ilgilendiler. Yarım saatte gelen olmadı. Bu sefer Tomas geçti ve ortayaşlı yalnız seyahat eden bir bayan zınk diye durdu. Arkadaş bunu İspanyol karizmasına bağlayıp şişinirken, kalan yolcular olarak biz de bayanla nerden geldik ne yapıyoruz diye muhabbet ettik.
Albi St. Cecile Katedrali
Albi'ye vardık. Meydanı ara sokaklarda ararken, Tomas 'prostitute' geçen cümleler kurmaya başladı. Bunu spanglish anlatmaya kalkınca olay daha da ilginç bir hal aldı. Laura (alman arkadaş) prostitute'un ne olduğunu çıkaramayarak soran gözlerle bana baktı, bunun üzerine Tomas çok talihsiz bir canlandırma yaparak kızı iyice ürküttü. Hatun  'bana mı halleniyor lan bu bebe?' gibi bir yüz ifadesiyle Amed'e baktı, ben kıza baktım, Amed zaten konuyu takip etmiyordu. En sonunda Moulin Rouge dedi talihsiz ispanyol. Toulouse-Lautrec diyerek rahat bir nefes aldım. Memleketi Albi olan Moulin Rouge'un yazarından bahsediyormuş. Albi'de Lautrec'in hayat kadınlarının resimlediği tablolardan oluşan bir müze varmış, paşanın derdi orayı görmekmiş, müzeyi onla gezmek ister miymişiz onu sormaktaymış. Elemanın son derece kültürel bir amacı varmış ama biz ne anlamışız. Laura msn'de hala bunun geyiğini yapar.
Lautrec Müzesi
Lautrec müzesini gezdik. Bir kısmı sakat ve yaşlı, çoğu mutsuz ve ağlak görünen kadınların bir sürü portresi vardı. Güzel çizmişti amcamız. Kendine özgü bir müzeydi. Sonra müzenin dibindeki katedrali gezdik, o cavcav sıcakta püfür püfür esiyordu. Albinin müze ve katedrali dışında pek bir numarası yoktu zaten. Dönüşte yine otostop çektik. İki tane kızcağız sadece iki kişilik yerleri olduğunu söylediler, Amed ve Tomas bizi arabaya bindirip yolladılar. Kendileriyle St. Sernin'de (kamp için minibüsten indiğimiz yer) tekrar buluştuk. Bizden beş dakika sonra onları da almışlar.

Yorumlar

  1. Bu noktada teyid ettiğim bildiklerim
    1. Ben İngiliz'i düşük bel pantolonundan, plastik çerçeveli güneş gözlüklerine düşkünlüğünden ve içip içip sapıtmasından tanırım.
    2. Sangria bardakta durduğu gibi durmaz.
    3. Yakışıklı/güzel olup olmamasından bağımsız, İspanyolların diğer insanlar üzerinde garip bir etkileri var.

    YanıtlaSil
  2. bonne image de coupiac felicitations

    YanıtlaSil
  3. merhabaa.Biz bu yaz arkadaşımla coupiac'a gidiyoruz kampla ilgili adamakıllı bir yazı buldum sonunda:)) sorcağım şeyler var birazcık:)) mümkünse mail adresni alabilir miyim bi sakıncası yoksa şimdiden teşekküürr ederimm:)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

İki çift lafım var:

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Öğrenci Kartı Hezeyanı (ISIC Card)

Japonya 07: Kimono, Takogawa ve isimsiz Japon dizisi