Vol 3.Coupiac Kampı: Atıl yavrukurt...
Barcelona'dan Toulouse'a gene hava aydınlanmaya yakın varıp, garın lobisinde beklemeye başladım. Minibüsün saati gelince 20 kişilik bir araca doluştuk. Kampın yüzde sekseni o otobüsün içindeydi ama kim kimdi bilmiyordum. Şu kız kampa gidiyordur, şu veledin yaşı tutmaz zaten, bu bavulla binmiş kampa geleceğini sanmam vs şeklinde. Son duraktan bir önce minibüsün yarısı inince, kalanlar birbirimize bakıp gevrek gevrek 'hi!' dedik. Grup psikolojisine giriş.
Akşamları bazen kamp alanında, çoğunlukla Coupiac merkezde şatonun etrafındaki alanda takıldık. Merkezi şato olan Fransız bir emekli köyündeydik.Fazla bir şey yoktu. Festivale dek.
Festival lunapark, mahallenin meydanında kutlanan bir sünnet düğünü ve mayfest karışımı bir formattaydı. Plastik bardakta bira, lastik gibi patates püresi, şişte meyve ( çöp şişin çilek,kivi ve muzlusu) gibi gıda maddelerinin sıkça tüketildiği, upuzun masaların dans pistinin önüne dizildiği, çocukların masaların üzerinde o gürültüye rağmen uyuyabildiği medeniyetler buluşması gibi bir etkinlikti. Aklıma gelebilecel her türlü etkinlikten bir parça vardı diyebilirim. Masalararası meyve tabağı yollama uygulaması var mıydı onu bile merak ettim. Lunapark derken gerçek lunapark ekipmanlarını kast ediyorum. Çarpışan arabalar vardı. Herkes kendi anadilinde böğürerek birbirinin kaportasına tamponuna girişti.
O akşam şatoda bir de gösteri vardı: Köyün yerleşikleri ortaçağ fransasını canlandırıyorlardı. Merdivenlerin pencere pervazına saklanmış 'esir' rolündeki bas tonunda arkadaşlar sadece meşale ışığıyla kuleye çıkmaya çalışan kamp grubuna adrenalin dolu anlar yaşattılar. Sanırım 'Ananı!!' nidasının yedi farklı dilde karşılığını duydum o akşam. Ha bir de Koreli kızlar kalp krizi geçirdi muhtemelen. Oradan çıkınca biradan sıkıldığımızı fark edip sangriaya yöneldik. Ev yapımı sangria. Plastik bardakta durduğu gibi durmadı cidden. Kakara kikiri kampa döndük. Polonyalı hatunlar ve ingiliz elemanlar açıkta uyudukları için sabaha kadar, feci şekilde üşüttüler.
Festivalden sonra fransız elemanlardan biri kampa dönmemiş: Arthur. Meydandaki sangrialarla yetinmemiş, coupiac'ın tek barının vodka stoğunu tüketmişti duyduğumuza göre. Bunla kalmayıp alkolün etkisinde excalibur'unu zapt edemeyerek Erica adındaki çıtıra - kampın ilk günü bana sarılan yaşlı teyzemin torunuymuş- festival gibisin katılmak istiyorum formatında tüm köyün gözü önünde yavşamış ve kibarca s...tir edilmişti. Tabi Coupiac küçük yer hemen duyulur. Ertesi gün yukarı mahalleden çocuklar mahallemizin kızına yan gözle bakmışsın diyerekten kampı basıp, 'o zibidi çiçek çikolatasını alsın yarın akşam bacımızı istesin' diye bağıra çağıra çadırları kundaklamaya kalktı. Bunun üzerine, uzun yıllar Çin'de kaldığını bildiğimiz Thievy'nin kungfu koreografisiyle tanıştık. Atma, Fransız sinemasında bir kenar mahalle sahnesi ve Bruce Lee'nin işi ne diyebilirsiniz. Senelerdir bir buçuk saat mal mal birbirlerine baktıkları filmlere milyon eurolar saçıyorlar, biraz aksiyon iyi gelir diye düşünmüştüm. Senaryom bir yana, çocuk kamp bitene kadar bir daha sosyal ortamlarda görünmedi.
Albi
İlk ve tek haftasonunda Amed (Fr), Tomas (Sp), Laura (Ger) ve ben Albi denen bir şehre gittik. Otostopla. Çok tercih ettiğim bir seyahat şekli olmadığımdan Laura ve Amed yol kenarında gerekli işlemlerle ilgilendiler. Yarım saatte gelen olmadı. Bu sefer Tomas geçti ve ortayaşlı yalnız seyahat eden bir bayan zınk diye durdu. Arkadaş bunu İspanyol karizmasına bağlayıp şişinirken, kalan yolcular olarak biz de bayanla nerden geldik ne yapıyoruz diye muhabbet ettik.
Albi'ye vardık. Meydanı ara sokaklarda ararken, Tomas 'prostitute' geçen cümleler kurmaya başladı. Bunu spanglish anlatmaya kalkınca olay daha da ilginç bir hal aldı. Laura (alman arkadaş) prostitute'un ne olduğunu çıkaramayarak soran gözlerle bana baktı, bunun üzerine Tomas çok talihsiz bir canlandırma yaparak kızı iyice ürküttü. Hatun 'bana mı halleniyor lan bu bebe?' gibi bir yüz ifadesiyle Amed'e baktı, ben kıza baktım, Amed zaten konuyu takip etmiyordu. En sonunda Moulin Rouge dedi talihsiz ispanyol. Toulouse-Lautrec diyerek rahat bir nefes aldım. Memleketi Albi olan Moulin Rouge'un yazarından bahsediyormuş. Albi'de Lautrec'in hayat kadınlarının resimlediği tablolardan oluşan bir müze varmış, paşanın derdi orayı görmekmiş, müzeyi onla gezmek ister miymişiz onu sormaktaymış. Elemanın son derece kültürel bir amacı varmış ama biz ne anlamışız. Laura msn'de hala bunun geyiğini yapar.
Akşamları bazen kamp alanında, çoğunlukla Coupiac merkezde şatonun etrafındaki alanda takıldık. Merkezi şato olan Fransız bir emekli köyündeydik.Fazla bir şey yoktu. Festivale dek.
Festivalden önceki gün topluca Coupiac merkezine yürüyüp festival alanına baktık.Dans platformu kurulmuştu. Tango gösterisi yapılacaktı. Kendine özgü İspanyol ekürimiz Tomas, dans pistini bulmuşken hepimize arjantin tangonun temel adımlarını çalıştırdı İspanyollarda tangonun 'genetik' bir meziyet olduğunu vurgulayarak. Sonra da hissederek dans etmediğimizi söyleyerek grubun tüm kızlarını fırçaladı. 'Bence biz şimdi öğrenmeyelim festivalde dans edenleri alık alık izlemekle yetinelim' diyerek hocalığı kısa süren Tomas'ın sırtını sıvazlayıp, etrafı gezmeye koyulduk.
O akşam şatoda bir de gösteri vardı: Köyün yerleşikleri ortaçağ fransasını canlandırıyorlardı. Merdivenlerin pencere pervazına saklanmış 'esir' rolündeki bas tonunda arkadaşlar sadece meşale ışığıyla kuleye çıkmaya çalışan kamp grubuna adrenalin dolu anlar yaşattılar. Sanırım 'Ananı!!' nidasının yedi farklı dilde karşılığını duydum o akşam. Ha bir de Koreli kızlar kalp krizi geçirdi muhtemelen. Oradan çıkınca biradan sıkıldığımızı fark edip sangriaya yöneldik. Ev yapımı sangria. Plastik bardakta durduğu gibi durmadı cidden. Kakara kikiri kampa döndük. Polonyalı hatunlar ve ingiliz elemanlar açıkta uyudukları için sabaha kadar, feci şekilde üşüttüler.
Festivalden sonra fransız elemanlardan biri kampa dönmemiş: Arthur. Meydandaki sangrialarla yetinmemiş, coupiac'ın tek barının vodka stoğunu tüketmişti duyduğumuza göre. Bunla kalmayıp alkolün etkisinde excalibur'unu zapt edemeyerek Erica adındaki çıtıra - kampın ilk günü bana sarılan yaşlı teyzemin torunuymuş- festival gibisin katılmak istiyorum formatında tüm köyün gözü önünde yavşamış ve kibarca s...tir edilmişti. Tabi Coupiac küçük yer hemen duyulur. Ertesi gün yukarı mahalleden çocuklar mahallemizin kızına yan gözle bakmışsın diyerekten kampı basıp, 'o zibidi çiçek çikolatasını alsın yarın akşam bacımızı istesin' diye bağıra çağıra çadırları kundaklamaya kalktı. Bunun üzerine, uzun yıllar Çin'de kaldığını bildiğimiz Thievy'nin kungfu koreografisiyle tanıştık. Atma, Fransız sinemasında bir kenar mahalle sahnesi ve Bruce Lee'nin işi ne diyebilirsiniz. Senelerdir bir buçuk saat mal mal birbirlerine baktıkları filmlere milyon eurolar saçıyorlar, biraz aksiyon iyi gelir diye düşünmüştüm. Senaryom bir yana, çocuk kamp bitene kadar bir daha sosyal ortamlarda görünmedi.
Albi
İlk ve tek haftasonunda Amed (Fr), Tomas (Sp), Laura (Ger) ve ben Albi denen bir şehre gittik. Otostopla. Çok tercih ettiğim bir seyahat şekli olmadığımdan Laura ve Amed yol kenarında gerekli işlemlerle ilgilendiler. Yarım saatte gelen olmadı. Bu sefer Tomas geçti ve ortayaşlı yalnız seyahat eden bir bayan zınk diye durdu. Arkadaş bunu İspanyol karizmasına bağlayıp şişinirken, kalan yolcular olarak biz de bayanla nerden geldik ne yapıyoruz diye muhabbet ettik.
Albi St. Cecile Katedrali |
Bu noktada teyid ettiğim bildiklerim
YanıtlaSil1. Ben İngiliz'i düşük bel pantolonundan, plastik çerçeveli güneş gözlüklerine düşkünlüğünden ve içip içip sapıtmasından tanırım.
2. Sangria bardakta durduğu gibi durmaz.
3. Yakışıklı/güzel olup olmamasından bağımsız, İspanyolların diğer insanlar üzerinde garip bir etkileri var.
bonne image de coupiac felicitations
YanıtlaSilMerci...
YanıtlaSilmerhabaa.Biz bu yaz arkadaşımla coupiac'a gidiyoruz kampla ilgili adamakıllı bir yazı buldum sonunda:)) sorcağım şeyler var birazcık:)) mümkünse mail adresni alabilir miyim bi sakıncası yoksa şimdiden teşekküürr ederimm:)
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
Sil