vol.2 Vicky ,Christina, Barcelona

Fragman: Barcelona'da net 4.5 gün. Akdeniz iklimi, sangria, flamenko, önce eciş bücüş sonra sevimli gelen binalar, tertemiz caddeler, cıvıl cıvıl mekanlar. Ne kadar kalacaksanız, gezecek o kadar şey var.İcat çıkarın.
p.s. Gün'lük yazmaktansa aklımda kalanları ortaya kombo yapmak istedim, zira iki sene oldu...

Toulouse seferinin ardından Barcelona Sants'a ikinci adım atışım. Son iki hafta içinde başına kötü bir şey gelmemişti neyseki. İndiğimde hava yeni aydınlanıyor ve metro henüz açılmamış. Bir yarım saat Eurolines'in ofisinde bekliyorum. Benle birlikte bekleyen, daha doğrusu yaban domuzu gibi horlayan iki Afro-amerikan delikanlı, bir de İskandinav olduğunu tahmin ettiğim, başı periyodik olarak önüne düşen 17 yaşlarında bir hanım kızımız var. Dün sabah altıda kalkmışım, gece dağlar&yollar formatında geçmiş ve Barcelona'ya yine şuurum uçurum kıyısında gezinirken merhaba demiş bulunmaktayım. Uykusuz her gece yorgun ölesiye...

Barcelona metrosu son derece şık. Zaten tüm yolculuk boyunca sadece metro ve tabanvay kullandım. Yalnız kapılar kendiliğinden açılmaya tenezzül etmeyen teknolojide. Basmak gerek ve tabi bu durum inerken de geçerli. Metroyla ulaştığım hostel de tepede, havadar bir villa. Yukarıdaki kare, kaldığım odanın fazla geniş (bir 3.5 metre vardır boyu) penceresinden bir panaroma.


Senior Gaudi'yle başlayalım.Gaudi'nin elinde T cetveli, plan çizen kendi halinde bir mimar olması neden Barcelona'yı turistik anlamda bu kadar etkilemiş diye sorabilirsiniz.Bu mazlum adamcağızı, çimentodan çalan müteahhit adam tutup dövdürmüş sonra da suçu Basque örgütüne atmış. Müteahhit buna kazık atıp ortadan kaybolunca Barcelona arazi mafyası da Gaudi'nin peşine düşmüş, La Rambla'da bir tenhada kıstırıp topuğuna sıkmışlar. Gaudi değil Gandi gibi adammış muhterem. İşi gücü bırakıp Bodrum'a yerleşip hormonsuz domates yetiştireceğine sanat altın bileziktir demiş, mesleğine küsmemiş, azmetmiş, belediyeyle anlaşıp böyle sarmallı bombeli, kayıp düşsen hiç sivri bir yüzeye çarpamayacağın ,oyun hamurundan yapılmış gibi evler tasarlamış. Hikayede boşluklar var değil mi? Yaptığı evler hakkında yazdıklarım gerçekti ama. Bir de çok fazla eseri var, ben en beğendiğim dört tanesini paylaşmak istiyorum, Park Güell, Sagrada Familia, Casa Battlo ve Casa Mila( La Pedrera).

En yakınımda Park Güell var. Hostel tepede diye sevinmiştim, burası daha da tepede. Belli bir noktaya dek yürüyen merdivenler , sonrası dönemeçli bir yürüyüş alanı ve yokuşa geçerken de Gaudi amcamın mimari çıktılarından oluşan bir 'fuar' alanı. Öbür yamaca doğru da Gaudi'nin başka bir evi var. Park Güell denen yer aslen Gaudi'nin mozaikten yaptığı bir süleymancık ve etrafındaki Alice Harikalar Diyarında dekorundan oluşmakta.O kuleler, sütunlar falan yenilebilir bir şeymiş gibi göründü gözüme. 15 yaş genç olsam belki ısırmaya bile kalkabilirdim ama olgun davranıp çantamdaki üçgen sandviçle yetindim. Yürüyüş alanında, ilk bakışta doğal zannedilebilecek ağaç gövdeleri var, aslında bunlar betondan.
Sagrada Familia, 10-15 yıla biteceği söylenen, yapımına başlanalı yüzyılı geçmiş bir katedral. Aynı amcanın eseri. İspanyolca ya da katalanca 'façade' denen, sonradan fotoğraflara bakılınca dört farklı katedralin resmini çekmiş gibi bir hisse kapıldığım cepheleri bunlar. Ancak ne yazık ki çok fotojenik pozlar alamadım kendilerinden.

Casa Mila
Casa Mila ya da Pedrera ve Casa Battlo yukarıda bahsettiğim katedrale iki sokak uzakta, işlek bir caddeye bakan Gaudi eserleri. Casa Mila böyle bıngıl bıngıl bir ev. Merdivenleri, duvarları hep dalga dalga. Evde çarpıp da darbe alacağın sivri hiç birşey yok. Bunu anlattığımda kız kardeşim 'neden adamın bir tarafına mı batıyormuş' şeklinde bir argüman geliştirmişti. Daha şık olsun diye şöyle bir tezim var.Belki emeklemeyi öğrenen Jr. Gaudi, sağa sola çarpa çarpa kafayı gözü patlatmıştır, içinde kalmıştır da and içmiştir mimar olup tasarımlarını pürüzsüz yüzeylerle donatmaya. Ama ölümünden sonra adamın üzerinden prim yapan Turizm bakanlığı utansın ki girişi 16 euro. Güzel düşünmüş amcam ama öğrenci turistlere de yazık. Kaçtı resmen.


Casa Battlo
C. Battlo
Casa Battlo ise böyle göz göz balkonlu, balık pulu gibi çatıya sahip.Pencereleri pek bir akılda kalıcı.Eli yüzü düzgün bir binaymış da radyasyona maruz kalıp pencereleri akmış gibi geldi ilk gördüğümde. Ama 'tanıyınca' sevdim. İçerisi de Casa Mila'daki gibi havadar, yamru yumru ama biraz daha cilalı. Mozaik kaplamışlar bazı kısımları. Bir de binadan daha çok özenilmiş bir apartman boşluğu var. Araba farı gibi parlıyordu seramikler. Enstantene olarak, birinci katında eski moda telefonların olduğu, milletin 'Canım,cicim k.çım başım, şu anda Barcelonadan arıyorum seni' modunda zoraki hava attığı bir bölme var. Bir an için ,içimden okuldan bir arkadaşı arayıp 'tek kıymalı bir de ayran' diye işletmek geldi ama tuttum kendimi.

Gaudi'yle işim bitince sahil şeridine intikal etmek adına caddelerde ceylan gibi sekerken, Plaça de Catalunya denen havaalanı otobüslerinin son durağından -bir nevi Katalan Kızılay'ından geçtim. Kızıl kıyamet. Ancak ulaşım kaynaklı bir nüfus sirkülasyonu değil bu. Corte İngles alışveriş merkezinin önünden karşıya geçip sahile çıkan caddeye çıkacakken, bu kadar ayakaltı bir yerde olmasına şaşırdığım, girişinde nedense Shakira'nın tam boy posterinin asılı olduğu Hard Rock Cafe çıktı karşıma, önünde duble bir emekli maaşı kuyruğuyla. Kaldırımda adım atılacak yer yok.
Sahile yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşle ulaşıp Konak Pier kıvamındaki Catalonia tarihi müzesine girdim. Bana nedense daha çok 'samuray' müzesi gibi geldi. Kostümlerdeki kırmızı&pastel tonlarından mıdır, zırhlardan mıdır bilemedim. Onun dışında neden İspanya değil de Katalan tarihi diye soracak olursak, Katalanlar'ın kendilerini İspanyol olarak görmemeleri, ayrı bir dil konuşmaları, kendi bölgelerini İspanya'nın genelinden çok daha gelişmiş bulmaları -özellikle Barcelona üzerinden - ve ayrılmak istemeleri gibi maddeler saymam gerekir.Tüm bunları öğrendikten sonra, hasta siempre comandante'yi mırıldanarak müzeden çıktım.
Sahilde hızlı bir tur atıp, metroya girip çıkan mayolu, havlulu güruhu izledikten, ayaklarımı bu sefer Akdeniz'in öte yakasında ıslattıktan sonra (deniz kenarında büyüdüm ya tuzum kuru) Okyanus müzesinde takıldım. Ukalalık olmazsa şöyle demek isterim: nedense Kobe'deki kadar güzel gelmedi bana. Az ilerideki denize işeyen adam heykelini makinamla ölümsüzleştirerek, İspanyolların zafer anıtı dedikleri heykelin yanından La Ramblaya dönerek 'ayak izlerimle' kocaman daireler çizmiş oldum.

Yalnız Picasso amcamızın 16 euro bayılmamı gerektirecek sergisine girmediğimi söylemek zorundayım. Ama öneki akşam tüm resimlerine interneten bakmıştım ve hemen dibindeki hediyelik eşya dükkanı sayesinde geniş bir ıvır zıvır arşivi edinerek o civardaki kafeleri keşfetmeye koyuldum. Kahveleri ve tatlıları baya iyiydi. Atın ölümü arpadan olsun.
Sabah erkenden çıkıp son otobüsle hostele döndüğümden, üçüncü günden itibaren kafamda tüm katedraller birbirine girdi, ben de mimarlık stajı mı yapıyorum bu nedir diyerek daha sivil arayışlara yöneldim ve ara sokaklardaki kitapçıları, manga dükkanlarını gezmeye başladım. 'Makyajsız Barcelona' da son derece alımlıydı bence.

Son gün La Rambla'da hatıra niyetine ıvır zıvır, peçeteye yazılmış rica üzerine de sangria ve puro almak için çok fazla vakit geçirdim.Sangria ve puro Serkan ve Doğukan beylerin ricası. Neyseki ,bir tobacco shoptan aldığım puroyu Ankara'ya dönünce Serkan'a kamptaki kübalı kız bunu senin için bacaklarında sardı' diye teslim ettiğimde hayallerimle oynuyosun deyip inanmadı ama puroyu beğendi.
Sangria ise ayrı bir maceraydı. Önceden Barcelona'ya giden arkadaşları bir türlü sangria getirmemişler çocuğa, gözü açık gidecek. Ev için de almak istiyorum. Artık plastik şişelerde satılan market boyundan aldım taşıyabilceğim kadar. 2 şişe+ karton kutu. İnceldiği yerden kopsun deyip son gün, tam 3 litre sangriayı uyku tulumu, çadır torbası ve sırt çantasına tıkıştırıp dualar ve aminlerle bagaja teslim ettiğimde hiçbir sorun çıkmayınca o 'gümrük prosedürleri benim köpeğim olsun' havalarına bile girdim.
 Hazin not: O sangrianın yarısı Ankara'yı hiç görmedi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Öğrenci Kartı Hezeyanı (ISIC Card)

Japonya 07: Kimono, Takogawa ve isimsiz Japon dizisi